25 Aralık 2014 Perşembe

Paris'te üç gün

Herşey Fransızca kursuna gitmemle başladı. İlk dersten itibaren sürekli Paris'e dair, içinde Paris geçen cümleler kuruyorduk. Paris'in merkezi 12 bölgeden oluşuyordu, her birimiz bir "Parisien" gibi kahve istiyorduk, farklı istasyonlardan acaba Sacre-Coeur'e nasıl gidebileceğimiz soruşturuyorduk, arkadaşımıza yazdığımız mektupta Eyfel'e tırmanıyor, en pahalı restoranlardan biri La Tour d'Argent'te akşam yemeği yiyorduk. İşin aslı şuydu; Fransızca kitabı sürekli Paris'i anlatıyordu ve biz yaratıcılığımızı sıfırlamak suretiyle kopyala yapıştır yöntemini kullanıyor, hocanın sorduğu her soruya kitaptan cümlelerle yanıt veriyorduk.  Sınıfcanak tek hayalimiz Paris'i görmek olmuştu :) 

Birşeyi kırk kere söyleyince gerçek olur derler ya, bende ki de o hesap bir süre sonra hiç aklımda yokken ölmeden önce ah bir Paris'i görsem sevdasına tutuldum. Sartre'ın mütemadiyen gittiği sokak cafelerinde oturmak, dünyanın en güzel kitapçılarından biri olan Shakespeare and Company'de kitap karıştırmak, Montmartre'de Amelie'nin gezdiği sokaklarda dolanmak istiyordum. Ayrıca Fransızca macaron sipariş edip edemeyeceğim bir merak konusuydu :) Sonunda program yapıp üç günlüğüne Paris'e gittik. 

Ağustos sonunda gitmiş olmamıza rağmen uçaktan indiğimizde hava feci soğuktu ve yağmur çiseliyordu. Hatta soğuğu ilk hissettiğimde acaba o çok merak ettiğim sokakları bu havada nasıl arşınlayacağız diye düşünmedim değil. Havaalanından metro hattını kullanarak kolayca şehir merkezine ulaştık, zaten Paris'in inanılmaz geniş bir metro ağı var, hiç araç kullanmadan tüm şehri gezmek mümkün.

Kalacağımız yerin bir otel değil de klasik bir Paris evi olması konusunda ısrarcıydım, evi www.airbnb.com aracılığıyla bence Paris'in konaklaması en keyifli mahallesi Montmarte'den tuttuk. Hem fiyat olarak daha uyguna geldi hem de birkaç gün de olsa bir mahalleli gibi yaşamış olduk. Evimiz şirin bir sokakta, bir oda bir salon küçük bir daireydi ve hemen arkadasındaki merdivenlerden Montmarte'nin merkezine çıkılıyordu.

1. Gün: İlk akşam yağmur altında dolanarak yemek yiyebileceğimiz bir mekan aramaya koyulduk, bir süre sonra yağmur o kadar şiddetlendi ki 5 Euro'ya (bizde 5 lira onlarda 5 Euro :)) sokaktan Eyfel kulesi desenli bir şemsiye almak durumunda kaldık. Birkaç sokak dolandıktan sonra küçük ama içerisi sıcak gözüken bir mekana denk geldik, ismi "Aux Trois Petits Cochons" yani "Üç Küçük Domuzcuk". İçeride boy boy domuzcuk bibloları, resimleri, kuklaları ve kumbaraları olan sevimli bir restoran. Daha sonra birçok kez karşımıza çıkan birleştirilmiş masa geleneği ile ilk kez orada karşılaşmış olduk. Şöyle ki mekanların küçüklüğü nedeniyle öyle herkesin ayrı bir masası yok, çok daha lüks restroranlarda vardır muhtemelen ama  küçük ve yerel bir restoranda takılayım diyorsanız uzun bir masanın etrafında farklı insanlarla bir arada oturmak ve gerektiğinde suyu, tuzu, karabiberi paylaşmak durumundasınız, tıpkı kalabalık bir aile yemeği gibi :))

Yemeğin hemen ardından etrafı biraz kolaçan ettik. Meğerse ünlü Moulin Rouge yani Kırmızı Değirmen isimli eğlence mekanına çok yakınmışız. Girişin önünce çoğu Japon turistlerden oluşan uzunca bir kuyruk vardı. Mekana yaklaşıp programa baktık ve 240 Euro'luk giriş ücretini görünce hemen uzaklaştık oradan. Biraz dolanıp evin yolunu tuttuk, böylece "Paris'te bir gece yarısı"nı tamamlamış olduk (yazar burada Woody Allen'ın "Paris'te Bir Gece Yarısı" filmine gönderme yapmaktadır).

2. Gün: Bir sonraki günü standart turist rotasına ayırdık: Concorde meydanında başlayan tur, Cafe Angelique'de kahvaltı (kruvasan+kahve), Louvre müzesi, Saint Germain bulvarında gezentilik, kutsal mekan Shakespeare and Company'i tavaf ettikten sonra Cafe de Fleur'da kahve molası ve akşama doğru eski köprüler ve Notre Dame Katedralini ziyaretle devam etti. 

Louvre müzesinin önündeki sıra ana meydanı iki kere turluyordu, Eyfel kuleli anahtarlık satmaya çalışan sokak satıcılarını fırsat bilerek sıraya kaynamış olabiliriz, bu vesileyle buradan hakkıyla sırasında bekleyip tüm günü kaçırmış olan diğer turistlerden özür diliyorum.

Başlıbaşına bir tarihi eser olan Louvre ve tasarım ödülü almış cam tavanı...

Bence günün en güzel serüveni benim şimdiye kadar gördüğüm en güzel kitapçı Shakespeare and Company'i gezmekti. Çok eski bir sahaf olan kitapçıda yanızca İngilizce eserler satılıyor. Kitapçının bir bölümü çok çok eski kitaplara ayrılmış, onları satın alamıyorsunuz ama oturup gün boyu okuyabilirsiniz. Zaten kitapçıda neredeyse her köşebaşında bir divan veya rahat koltuklar var, takılıp kitap okuyabilir veya her gün düzenlenen okuma aktivitelerine katılabilirsiniz. Biz gittiğimizde çocuklar için masal okuma günüydü ve çocuklar bir köşeye toplanmış masal dinliyordu. 



Fransa'da Ömer Hayyam'ın rubailerini okumak…


Çok gezdik çok yorulduk deyip yolumuzu Cafe de Flore'e düşürdük. Cafe de Flore nam-ı diğer çiçek kahve 1885 yılında kurulmuş Paris'in en eski kafelerinden biri. Vakti zamanında ünlü yazarlar Jean Paul Sartre, Alber Camus, Simone de Beauvoir zamanının büyük kısmını bu kafede geçirirmiş, hatta rivayet o ki Sarte ve Beauvior kavga ettiklerinde biri Cafe de Flore'de oturuyorsa diğeri de hemen sokağın karşısındaki Les Deux Magots'a gidermiş. her ikisi de birbirinden güzel ve keyifli mekanlar, yolunuz düşerse bir kahvesini için derim :)



Paris'i belki de bu kadar güzel yapan şeylerden biri de köprüler. Özellikle tarihi köprü Pont Neuf şehre başlıbaşına bir güzellik katıyor, sadece yürümek yeterli. 



Bir de kilitli köprü var. Ne zaman ve nasıl başlamış bilmiyorum ama insanlar dilek dileyip köprünün tellerine kilit takıyorlar. Dilek gerçekleşirse gidip kilidi sökmek gerekiyormuş. Ben de Paris'e bir kez daha gidebilmeyi diledim. Bu durumda dileğim kilidi sökmek için gittiğimde mi gerçekleşmiş olacak yoksa bir kez daha gittiğimde kilidi de sökmem mi gerekecek bilemiyorum, tam bir ikilem :))



Güneşi batırmaya yakın Eyfel'in olduğu park Champ de Mars'a geçtik. Şu Paris belediyesinde hiç akıl yok, Eyfel manzaralı koskoca parkı başıboş bırakmışlar, şarabını, kahvesini kapan gelmiş piknik yapıyor. Ne bir belediye çay bahçesi ne bir nargile kafe, herkes çimlere yayılmış sohbet halinde. Bizim ne eksiğimiz var deyip kalabalığa karıştık. "Burada içki içemezsiniz, yasak" diye yanımıza polis yaklaşır mı diye bekledim ama gelen giden olmadı, hayret, Parisliler kamu sağlığını hiç düşünmüyor zannımca. 

Eyfel kulesi dediğimiz şey çelik çomaktan ibaret ama akşamları ışıkları yanınca güzel görünüyor hakikaten, insan Paris'te olduğunu anlıyor



Eyfel'i uzun uzun izledikten sonra Arc de Tromp (zafer takı adıyla anılan Napolyonun zaferleri anısına dikilmiş anıt) ve Champ Elysees'i  (diye yazılan Şanzelize diye okunan Paris'in en ışıklı ve ünlü alışveriş caddesi) gezdik ama o kadar yorulmuştuk ki bu kısımlar rüzgar gibi geçti. Başladığımız nokta Concorde meydanından metroyla küçük ama şirin yuvamıza döndük.

3. Gün: Son günün planı aklımızda kalan diğer yerleri gezmekti ama gerek iki günün yorgunluğu gerekse  Montmarte'ın kendine özgü güzelliği buna izin vermedi, tüm günü mahallemizde geçirdik. Sokağa atılmış masalardan birinde yaptğımız güzel kahvaltının ardından arnavut kaldırımlı sokakları gezdik. Oradan mı gitsek buradan mı dönsek derken yolumuz ünlü basilika Sacre-Coure (kutsal kalp) ile kesişti. Merdivenlerinde soluklandıktan sonra sokak müzisyenlerini dinledik. Koşebaşında, ağaçlar altında küçük bir restoranda akşamüstü yemeğini yedik, Amelie'nin gezdiği sokaklardan geçtik, ünlü manavını ziyaret ettik.


Kuşkusuz ki Montmarte'da geçirdiğim en güzel vakitler Sertaç'la yollarımızı ayırıp benim kendimi küçük butik ziyaretlerine adadığım saatlerdi. Söylemeden geçersem ayıp olur, şimdiye kadar gördüğüm en şık insanlara Paris'te rastladım ama öyle bizdeki gibi standart bir şıklık anlayışından bahsetmiyorum. Kadınların çoğunun üzerinde ceket, trençkot ve boyunlarına doladıkları eşarplar vardı, neredeyse hepsi düz taban ayakkabı giymişti ama onları eşsiz kılan renklerin kullanımıydı bence; mor çorap, sarı ayakkabılar, kırmızı kazağın altına giydikleri yeşil pantolon, küçük fırfırlı etekler ve taktıkları aksesuarlar, herşey öyle doğal, ince düşünülmüş ve şıktı ki yeterli Franszıcam olsaydı her birini durdurup "bunu nereden aldınız acaba" diye sorabilirdim.

Butikler de tam olarak bu tarzdaydı, herşey sade, doğal ve inanılmaz şıktı ve ikinci el dükkanları da çok fazlaydı. Anladım ki Paris'te dünyanın en pahalı alışverişi kadar en ucuz ve keyifli alışverişini de yapmak mümkün. Maalesef benim için saatin tik takları çok hızlı akıyordu ve Sertaç'la buluşma vaktim gelene kadar en efektif alışverişi yapmaya çalıştım. Esnaf selamlaşma konusunda çok hassas, girdiğinizde mutlaka merhaba demek gerekiyor, yoksa bozuluyorlar, aslında olması gereken de bu bence. Aynı zamanda tüm satıcılar çok ilgili, ne alıp almadığınızın önemi yok, tüm sorulara ellerinden geldiğince detaylı cevaplıyorlar (onlar Fransızca ben İngilizce konuştuğumuz halde), aldığım birkaç küçük hediyeyi de özenle paketlediler, renkli renkli paketler ve her pakete uygun fiyonklar…Kısacası birbirimizde çok memnun ayrıldık, umarım en kısa sürede yine buluşuruz.

Ertesi gün öğlen uçağıyla İstanbul'a dönmemiz gerekiyordu. Biz de Paris'ten ayrılmadan önce son defa bu kez akşam karanlığında Sacre-Coure'ü görmeye gittik. Gündüz olduğundan daha sakin ama daha görkemli gözüküyordu. Fransızca kitaplarında yazdığı gibi bu basilikanın bir kutsallığı var bence de, nedendir bilinmez ama insana huzur veriyor. Aslında bu sihir tüm şehre yayılmış gibi, sokakların canlılığı, şehrin ortasından geçen nehir, yeşil alanların bu kadar çok, tarihi dokunun bu kadar iyi korunmuş olması, insanların yardımseverliği, ulaşım kolaylığı gibi birçok etken şehri keyifle yaşanır kılıyor. Gidip görmek, tadını çıkarmak gerek :)

Sacre-Coure'ün gece hali.

Ve evet Fransızca macaron almayı başardım, keşke kadın "burada mı yiyeceksiniz yoksa paket mi" diye sormasaydı, o kısmı anlayamadığım için bütün karizmamı bozarak diyaloğa ingilizce devam etmek durumunda kaldım, artık bir dahaki sefere…


Seyahate çıkmadan önce yapılması gerekenler: Maalesef Shengen vizesi almak gerekiyor. Neyse ki Fransa bu konuda en az zorluk çıkarak ülkelerden. En geç bir haftada vize çıkıyor.

Bütçe: Fransa sanıldığı kadar pahalı bir ülke değil ya da biz İstanbul fiyatlarına o kadar alıştık ki Avrupa artık o kadar pahalı gelmiyor. Kampanyaya denk gelirseniz 400 TL'ye gidiş dönüş bilet bulmak mümkün. Konaklama için evi tercih ederseniz hem daha ucuza geliyor hem de kahvaltı veya öğünleri marketten aldıklarınızla evde hazırlayarak geziyi daha ucuza getirebilirsiniz. Dışarıda kahve içmek yaklaşık 2-3 Euro, yemek+şarap keyfi yapmak isterseniz ortalama bir restoranda kişi başı 25-30 Euro arası hesap ödemeniz gerekebilir. Marketten aldığınızda ise gayet güzel bir şarabı 4 Euro'ya alabilirsiniz.

Neler götürmeliyim? Yağmurluk ve su geçirmez, rahat bir ayakkabı. Hangi mevsimde giderseniz gidin yağmura denk gelme ihtimaliniz çok yüksek, o yüzden hazırlıklı gitmekte fayda var. Sokaklarda yürümek ise o kadar keyifli ki tüm şehri yürüyerek gezmek isteyebilirsiniz, rahat bir ayakkabıyla gitmek doğru bir tercih olabilir.

Neler alabilirim? Şarap, peynir, sabun, getirebiliyorsanız macaron. Mutlaka kruvasan ve creme-brulee yiyin. Montmarte'daki küçük butikleri gezin, fiyatlar ucuz değil belki ama emin olun değer. Ben 15 Euro'ya el yapımı bir kolye aldım, ne zaman taksam iltifatlar yağıyor, şu an en değerli mücevherlerimden biri kendisi :))







Hiç yorum yok: