25 Aralık 2014 Perşembe

Paris'te üç gün

Herşey Fransızca kursuna gitmemle başladı. İlk dersten itibaren sürekli Paris'e dair, içinde Paris geçen cümleler kuruyorduk. Paris'in merkezi 12 bölgeden oluşuyordu, her birimiz bir "Parisien" gibi kahve istiyorduk, farklı istasyonlardan acaba Sacre-Coeur'e nasıl gidebileceğimiz soruşturuyorduk, arkadaşımıza yazdığımız mektupta Eyfel'e tırmanıyor, en pahalı restoranlardan biri La Tour d'Argent'te akşam yemeği yiyorduk. İşin aslı şuydu; Fransızca kitabı sürekli Paris'i anlatıyordu ve biz yaratıcılığımızı sıfırlamak suretiyle kopyala yapıştır yöntemini kullanıyor, hocanın sorduğu her soruya kitaptan cümlelerle yanıt veriyorduk.  Sınıfcanak tek hayalimiz Paris'i görmek olmuştu :) 

Birşeyi kırk kere söyleyince gerçek olur derler ya, bende ki de o hesap bir süre sonra hiç aklımda yokken ölmeden önce ah bir Paris'i görsem sevdasına tutuldum. Sartre'ın mütemadiyen gittiği sokak cafelerinde oturmak, dünyanın en güzel kitapçılarından biri olan Shakespeare and Company'de kitap karıştırmak, Montmartre'de Amelie'nin gezdiği sokaklarda dolanmak istiyordum. Ayrıca Fransızca macaron sipariş edip edemeyeceğim bir merak konusuydu :) Sonunda program yapıp üç günlüğüne Paris'e gittik. 

Ağustos sonunda gitmiş olmamıza rağmen uçaktan indiğimizde hava feci soğuktu ve yağmur çiseliyordu. Hatta soğuğu ilk hissettiğimde acaba o çok merak ettiğim sokakları bu havada nasıl arşınlayacağız diye düşünmedim değil. Havaalanından metro hattını kullanarak kolayca şehir merkezine ulaştık, zaten Paris'in inanılmaz geniş bir metro ağı var, hiç araç kullanmadan tüm şehri gezmek mümkün.

Kalacağımız yerin bir otel değil de klasik bir Paris evi olması konusunda ısrarcıydım, evi www.airbnb.com aracılığıyla bence Paris'in konaklaması en keyifli mahallesi Montmarte'den tuttuk. Hem fiyat olarak daha uyguna geldi hem de birkaç gün de olsa bir mahalleli gibi yaşamış olduk. Evimiz şirin bir sokakta, bir oda bir salon küçük bir daireydi ve hemen arkadasındaki merdivenlerden Montmarte'nin merkezine çıkılıyordu.

1. Gün: İlk akşam yağmur altında dolanarak yemek yiyebileceğimiz bir mekan aramaya koyulduk, bir süre sonra yağmur o kadar şiddetlendi ki 5 Euro'ya (bizde 5 lira onlarda 5 Euro :)) sokaktan Eyfel kulesi desenli bir şemsiye almak durumunda kaldık. Birkaç sokak dolandıktan sonra küçük ama içerisi sıcak gözüken bir mekana denk geldik, ismi "Aux Trois Petits Cochons" yani "Üç Küçük Domuzcuk". İçeride boy boy domuzcuk bibloları, resimleri, kuklaları ve kumbaraları olan sevimli bir restoran. Daha sonra birçok kez karşımıza çıkan birleştirilmiş masa geleneği ile ilk kez orada karşılaşmış olduk. Şöyle ki mekanların küçüklüğü nedeniyle öyle herkesin ayrı bir masası yok, çok daha lüks restroranlarda vardır muhtemelen ama  küçük ve yerel bir restoranda takılayım diyorsanız uzun bir masanın etrafında farklı insanlarla bir arada oturmak ve gerektiğinde suyu, tuzu, karabiberi paylaşmak durumundasınız, tıpkı kalabalık bir aile yemeği gibi :))

Yemeğin hemen ardından etrafı biraz kolaçan ettik. Meğerse ünlü Moulin Rouge yani Kırmızı Değirmen isimli eğlence mekanına çok yakınmışız. Girişin önünce çoğu Japon turistlerden oluşan uzunca bir kuyruk vardı. Mekana yaklaşıp programa baktık ve 240 Euro'luk giriş ücretini görünce hemen uzaklaştık oradan. Biraz dolanıp evin yolunu tuttuk, böylece "Paris'te bir gece yarısı"nı tamamlamış olduk (yazar burada Woody Allen'ın "Paris'te Bir Gece Yarısı" filmine gönderme yapmaktadır).

2. Gün: Bir sonraki günü standart turist rotasına ayırdık: Concorde meydanında başlayan tur, Cafe Angelique'de kahvaltı (kruvasan+kahve), Louvre müzesi, Saint Germain bulvarında gezentilik, kutsal mekan Shakespeare and Company'i tavaf ettikten sonra Cafe de Fleur'da kahve molası ve akşama doğru eski köprüler ve Notre Dame Katedralini ziyaretle devam etti. 

Louvre müzesinin önündeki sıra ana meydanı iki kere turluyordu, Eyfel kuleli anahtarlık satmaya çalışan sokak satıcılarını fırsat bilerek sıraya kaynamış olabiliriz, bu vesileyle buradan hakkıyla sırasında bekleyip tüm günü kaçırmış olan diğer turistlerden özür diliyorum.

Başlıbaşına bir tarihi eser olan Louvre ve tasarım ödülü almış cam tavanı...

Bence günün en güzel serüveni benim şimdiye kadar gördüğüm en güzel kitapçı Shakespeare and Company'i gezmekti. Çok eski bir sahaf olan kitapçıda yanızca İngilizce eserler satılıyor. Kitapçının bir bölümü çok çok eski kitaplara ayrılmış, onları satın alamıyorsunuz ama oturup gün boyu okuyabilirsiniz. Zaten kitapçıda neredeyse her köşebaşında bir divan veya rahat koltuklar var, takılıp kitap okuyabilir veya her gün düzenlenen okuma aktivitelerine katılabilirsiniz. Biz gittiğimizde çocuklar için masal okuma günüydü ve çocuklar bir köşeye toplanmış masal dinliyordu. 



Fransa'da Ömer Hayyam'ın rubailerini okumak…


Çok gezdik çok yorulduk deyip yolumuzu Cafe de Flore'e düşürdük. Cafe de Flore nam-ı diğer çiçek kahve 1885 yılında kurulmuş Paris'in en eski kafelerinden biri. Vakti zamanında ünlü yazarlar Jean Paul Sartre, Alber Camus, Simone de Beauvoir zamanının büyük kısmını bu kafede geçirirmiş, hatta rivayet o ki Sarte ve Beauvior kavga ettiklerinde biri Cafe de Flore'de oturuyorsa diğeri de hemen sokağın karşısındaki Les Deux Magots'a gidermiş. her ikisi de birbirinden güzel ve keyifli mekanlar, yolunuz düşerse bir kahvesini için derim :)



Paris'i belki de bu kadar güzel yapan şeylerden biri de köprüler. Özellikle tarihi köprü Pont Neuf şehre başlıbaşına bir güzellik katıyor, sadece yürümek yeterli. 



Bir de kilitli köprü var. Ne zaman ve nasıl başlamış bilmiyorum ama insanlar dilek dileyip köprünün tellerine kilit takıyorlar. Dilek gerçekleşirse gidip kilidi sökmek gerekiyormuş. Ben de Paris'e bir kez daha gidebilmeyi diledim. Bu durumda dileğim kilidi sökmek için gittiğimde mi gerçekleşmiş olacak yoksa bir kez daha gittiğimde kilidi de sökmem mi gerekecek bilemiyorum, tam bir ikilem :))



Güneşi batırmaya yakın Eyfel'in olduğu park Champ de Mars'a geçtik. Şu Paris belediyesinde hiç akıl yok, Eyfel manzaralı koskoca parkı başıboş bırakmışlar, şarabını, kahvesini kapan gelmiş piknik yapıyor. Ne bir belediye çay bahçesi ne bir nargile kafe, herkes çimlere yayılmış sohbet halinde. Bizim ne eksiğimiz var deyip kalabalığa karıştık. "Burada içki içemezsiniz, yasak" diye yanımıza polis yaklaşır mı diye bekledim ama gelen giden olmadı, hayret, Parisliler kamu sağlığını hiç düşünmüyor zannımca. 

Eyfel kulesi dediğimiz şey çelik çomaktan ibaret ama akşamları ışıkları yanınca güzel görünüyor hakikaten, insan Paris'te olduğunu anlıyor



Eyfel'i uzun uzun izledikten sonra Arc de Tromp (zafer takı adıyla anılan Napolyonun zaferleri anısına dikilmiş anıt) ve Champ Elysees'i  (diye yazılan Şanzelize diye okunan Paris'in en ışıklı ve ünlü alışveriş caddesi) gezdik ama o kadar yorulmuştuk ki bu kısımlar rüzgar gibi geçti. Başladığımız nokta Concorde meydanından metroyla küçük ama şirin yuvamıza döndük.

3. Gün: Son günün planı aklımızda kalan diğer yerleri gezmekti ama gerek iki günün yorgunluğu gerekse  Montmarte'ın kendine özgü güzelliği buna izin vermedi, tüm günü mahallemizde geçirdik. Sokağa atılmış masalardan birinde yaptğımız güzel kahvaltının ardından arnavut kaldırımlı sokakları gezdik. Oradan mı gitsek buradan mı dönsek derken yolumuz ünlü basilika Sacre-Coure (kutsal kalp) ile kesişti. Merdivenlerinde soluklandıktan sonra sokak müzisyenlerini dinledik. Koşebaşında, ağaçlar altında küçük bir restoranda akşamüstü yemeğini yedik, Amelie'nin gezdiği sokaklardan geçtik, ünlü manavını ziyaret ettik.


Kuşkusuz ki Montmarte'da geçirdiğim en güzel vakitler Sertaç'la yollarımızı ayırıp benim kendimi küçük butik ziyaretlerine adadığım saatlerdi. Söylemeden geçersem ayıp olur, şimdiye kadar gördüğüm en şık insanlara Paris'te rastladım ama öyle bizdeki gibi standart bir şıklık anlayışından bahsetmiyorum. Kadınların çoğunun üzerinde ceket, trençkot ve boyunlarına doladıkları eşarplar vardı, neredeyse hepsi düz taban ayakkabı giymişti ama onları eşsiz kılan renklerin kullanımıydı bence; mor çorap, sarı ayakkabılar, kırmızı kazağın altına giydikleri yeşil pantolon, küçük fırfırlı etekler ve taktıkları aksesuarlar, herşey öyle doğal, ince düşünülmüş ve şıktı ki yeterli Franszıcam olsaydı her birini durdurup "bunu nereden aldınız acaba" diye sorabilirdim.

Butikler de tam olarak bu tarzdaydı, herşey sade, doğal ve inanılmaz şıktı ve ikinci el dükkanları da çok fazlaydı. Anladım ki Paris'te dünyanın en pahalı alışverişi kadar en ucuz ve keyifli alışverişini de yapmak mümkün. Maalesef benim için saatin tik takları çok hızlı akıyordu ve Sertaç'la buluşma vaktim gelene kadar en efektif alışverişi yapmaya çalıştım. Esnaf selamlaşma konusunda çok hassas, girdiğinizde mutlaka merhaba demek gerekiyor, yoksa bozuluyorlar, aslında olması gereken de bu bence. Aynı zamanda tüm satıcılar çok ilgili, ne alıp almadığınızın önemi yok, tüm sorulara ellerinden geldiğince detaylı cevaplıyorlar (onlar Fransızca ben İngilizce konuştuğumuz halde), aldığım birkaç küçük hediyeyi de özenle paketlediler, renkli renkli paketler ve her pakete uygun fiyonklar…Kısacası birbirimizde çok memnun ayrıldık, umarım en kısa sürede yine buluşuruz.

Ertesi gün öğlen uçağıyla İstanbul'a dönmemiz gerekiyordu. Biz de Paris'ten ayrılmadan önce son defa bu kez akşam karanlığında Sacre-Coure'ü görmeye gittik. Gündüz olduğundan daha sakin ama daha görkemli gözüküyordu. Fransızca kitaplarında yazdığı gibi bu basilikanın bir kutsallığı var bence de, nedendir bilinmez ama insana huzur veriyor. Aslında bu sihir tüm şehre yayılmış gibi, sokakların canlılığı, şehrin ortasından geçen nehir, yeşil alanların bu kadar çok, tarihi dokunun bu kadar iyi korunmuş olması, insanların yardımseverliği, ulaşım kolaylığı gibi birçok etken şehri keyifle yaşanır kılıyor. Gidip görmek, tadını çıkarmak gerek :)

Sacre-Coure'ün gece hali.

Ve evet Fransızca macaron almayı başardım, keşke kadın "burada mı yiyeceksiniz yoksa paket mi" diye sormasaydı, o kısmı anlayamadığım için bütün karizmamı bozarak diyaloğa ingilizce devam etmek durumunda kaldım, artık bir dahaki sefere…


Seyahate çıkmadan önce yapılması gerekenler: Maalesef Shengen vizesi almak gerekiyor. Neyse ki Fransa bu konuda en az zorluk çıkarak ülkelerden. En geç bir haftada vize çıkıyor.

Bütçe: Fransa sanıldığı kadar pahalı bir ülke değil ya da biz İstanbul fiyatlarına o kadar alıştık ki Avrupa artık o kadar pahalı gelmiyor. Kampanyaya denk gelirseniz 400 TL'ye gidiş dönüş bilet bulmak mümkün. Konaklama için evi tercih ederseniz hem daha ucuza geliyor hem de kahvaltı veya öğünleri marketten aldıklarınızla evde hazırlayarak geziyi daha ucuza getirebilirsiniz. Dışarıda kahve içmek yaklaşık 2-3 Euro, yemek+şarap keyfi yapmak isterseniz ortalama bir restoranda kişi başı 25-30 Euro arası hesap ödemeniz gerekebilir. Marketten aldığınızda ise gayet güzel bir şarabı 4 Euro'ya alabilirsiniz.

Neler götürmeliyim? Yağmurluk ve su geçirmez, rahat bir ayakkabı. Hangi mevsimde giderseniz gidin yağmura denk gelme ihtimaliniz çok yüksek, o yüzden hazırlıklı gitmekte fayda var. Sokaklarda yürümek ise o kadar keyifli ki tüm şehri yürüyerek gezmek isteyebilirsiniz, rahat bir ayakkabıyla gitmek doğru bir tercih olabilir.

Neler alabilirim? Şarap, peynir, sabun, getirebiliyorsanız macaron. Mutlaka kruvasan ve creme-brulee yiyin. Montmarte'daki küçük butikleri gezin, fiyatlar ucuz değil belki ama emin olun değer. Ben 15 Euro'ya el yapımı bir kolye aldım, ne zaman taksam iltifatlar yağıyor, şu an en değerli mücevherlerimden biri kendisi :))







10 Aralık 2014 Çarşamba

Sri Lanka Günlüğü - Solda Güneş Yükseliyordu Güneye Giderken

Sri Lanka'nın kuzey bölgelerinde altı gün geçirdikten sonra güneşin ve okyanusun tadını çıkarmak için adanın güneyine gidiyoruz.  Gezi rotalarımızdan biri olan Yala Ulusal Park'ı o dönemde kapalı olduğu için es geçmek durumundayız. Yolda nehirleri ve vadileri geçerken, güneş iyiden iyiye yüzünü göstermeye başlıyor. Yaklaşık altı saatlik otobüs yolculuğunda önce üzerinde hala Nuwara Eliya'dan kalma çiğ damlacıkları olan montu çıkarıyorum, sonra Adem'in tepesi tırmanışında yakalandığımız muson yağmurunda ıslanan bez ayakkabılarımı kuru sandaletle değiştiriyorum. İnce kazağımı da çıkarınca sahil moduna geçiyorum artık, deniz ve güneş için hazırım.


Güneyde ilk durağımız Mirissa sahili. Hemen yanındaki Unawatuna sahiline göre çok daha az bilinen, sakin bir balıkçı kasabası. Sırtımızda çantalarla kalacak bir yer bakınırken okyanusun kıyısındaki Banana Garden Oteli fark ediyoruz. İlk defa okyanus göreceğiz diye heyecan dorukta. Otelin okyanusa bu kadar yakın olması ise inanılmaz bir şans bizim için. Hep beraber konaklayacağımız büyük bir oda kiralıyoruz, kahvaltı dahil gecelik 30 TL'ye denk geliyor. Zaten Sri Lanka Hint Okyanusundaki komşu bölgelere göre (en yakın komşusunun Maldivler olduğu düşünüldüğünde) çok daha ucuz bir destinasyon. Bizim gittiğimiz dönemde daha az biliniyordu ama şimdi yavaş yavaş seyahat dergilerinde yer almaya başladı, gitmek isteyenlere eliniz çabuk tutun derim :) Mirissa sahili benim o döneme kadar gördüğüm en güzel sahil, özellikle okyanusta yüzüyor olmak çok etkileyici.


Sri Lanka'ya uçuş sekiz saat, kentleri, tapınakları ve çay tarlalarını gezmek altı gün, Mirissa'ya otobüs yolculuğu altı saat, okyanus kıyısında kitap okumak ise paha biçilemez…


Sarı kumlarda yuvarlandıktan ve okyanusta gördüğümüz her karaltıda "köpekbalığı mı o" gerilimiyle yüzmeyi denedikten sonra Mirissa'yı keşfe çıkıyoruz. Mirissa çok küçük bir yer, sahilde kısa bir yürüyüş alanı ve birkaç caddeden oluşuyor. 


Elimizde fotoğraf makinası ile gezinirken Sri Lanka'lı bir aile ile tanışıyoruz, bizi evlerine yemeğe davet ediyorlar. Peşlerine takılıp gidiyoruz. Gittiğimiz ev Mirissa'nın daha iç kısımlarında, çoğunlukla Müslümanların yaşadığı bir bölgede yer alıyor. Ev tek katlı, topraktan yapılma ve evin içinde yerdeki birkaç kilim, birkaç sandalye ve duvara asılmış Kabe resmi dışında hiçbir eşya yok. 

Eve girdikten hemen sonra komşular bizi görmek için akın ediyor. Gerçekten, tablo tam olarak şu şekilde; biz, bize ayrılan dört sandalyede oturuyoruz. İnsanlar çocuklarıyla beraber gruplar halinde eve gelip bizim karşımızda yere oturuyorlar. Dili anlamadığımız için birbirimizle sadece gülümseyerek iletişim kuruyoruz, çocuklar bazen gelip bize dokunuyorlar. Her gelen misafir grubuyla birlikte artık kanıksadığımız bol şekerli ve sütlü çay ikram ediliyor, ayıp olmasın diye gelen her çayı içmek durumunda kalıyoruz. 


Misafir grubu biraz azalınca sofra kuruluyor. Yemekte pilav ve tavuk var. Olduğumuz gibi yere çöküp yemeği ellerimizle yiyoruz, yemeğin üzerine bir bardak daha şekerli ve sütlü çay içiyoruz :) 


Evin en büyük kızı Adije ellerimize hint kınası yapıyor, biraz sonra evin en küçük çocuğu olduğu yerde kıvrılıp uyuyor, sonra teker teker diğer çocuklar da uykuya dalıyor. Kalkmak için izin istiyoruz, orada kalmamız için çok ısrar ediyorlar, hatta evin babasının gözleri doluyor gitmeyelim diye. Biz de gitmek için ısrar ediyoruz. Onaylama ve onaylamama ifadesi olan kafa hareketleriyle geçen bir yarım saatten sonra bizi eve getiren taksiyi aramak aklımıza geliyor, taksi şöförü ingilizce biliyor ve aileyi de tanıyor. Taksi gelince sürücü aileyi gitmemiz gerektiğine ikna ediyor ve vedalaşıp evden ayrılıyoruz. Otele dönerken belki de hayatımızdaki en tuhaf deneyimlerden birini yaşadığımızın ayırdına varıyoruz.

Mirissa'da geçirdiğimiz iki günün ardından, komşu sahil Unawatuna'ya gidiyoruz. Unawatuna, Sri Lanka'nın en bilinen sahil şeridi, aynı zamanda 2004'deki tsunamiden en fazla zarar gören bölge.  Tsunami sırasında dev dalgalar sahil şeridi yerle bir etmiş, o yüzden deniz kenarında yer alan tüm otel ve pansiyonlar yeniden yapılmış (köpekbalığı korkumuz azalırken tsunami korkumuz tetikleniyor böylece). 

Unawatuna, Mirissa'ya göre çok daha havalı bir yer; sahildeki klüplerden müzik sesleri geliyor ve gençler sahilde voleybol oynuyor. 


Sri Lanka yazınca google görsellerde çıkan ve tüm gezi boyunca aradığımız sopa üstünde balık tutanları sonunda bulmanın haklı gururunu taşıyoruz. Nasıl yapıldığını çözemedik ama görünüş şu şekilde:


Deniz ve güneş tatili hakkımızı Mirissa'da doldurduğumuz için Unawatuna'da ancak bir gece kalıyoruz. Adadan ayrılmadan önceki son durağımız Galle şehri. Galle etrafı surlarla çevrili olduğu için tsunamiden çok fazla etkilenmemiş. Gezinin başından beri ilk kez güzel restoranlar ve tasarım dükkanlara rastlıyoruz, galiba Galle şehri Sri Lanka'dan ayrılmadan önce turistlerin yemek ve alışveriş için uğrak noktası aynı zamanda. 


Şehri ancak yarım gün dolaştıktan sonra gece uçağına yetişmek için yola koyuluyoruz. On günlük gezgin hayatımızın sonuna gelmiş oluyoruz böylece. Çantamızda hala nemli kıyafetlerimiz, bergamot kokulu seylan çaylarımız ve üzerinde "SRI LANKA, A LAND LIKE NO OTHER"* yazan magnetlerimizle eve dönüyoruz. Her güzel şeyin bir sonu var, neyse ki yaşadığımız tüm güzellikler ve ilginç anılar daha uzun yıllar sohbetlerimizi süslemeye devam edecek.

*Sri Lanka, başka hiçbir yere benzemez

Seyahatten önce yapılması gerekenler: Sri Lanka vize istemiyor, sadece pasaportunuzu alıp gidebilirsiniz. Sıtma yaygın olmamakla birlikte yine de bazı bölgelerde görülüyormuş ama biz ilaç kullanmak istemedik. Yanımıza bolca sinek kovucu losyon ve bilekliklerden aldık.

Bütçe: Toplu taşıma ucuz ve yaygın olarak kullanılıyor. Gayet uygun fiyatlarda konaklama seçenekleri mevcut. Uçak bileti tutarı biraz fazla olabilir ama bu kadar farklı bir deneyim yaşamak için toplamda düşük bütçeli bir tatil aslında.

Yeme, içme: Yerel yemekler çok ama çok acı. Daha turistik yerlerde bizim ağız tadımıza uygun yiyecekler bulmak mümkün. Meyveler ucuz ve lezzetli. Çay, süt ve şeker ilaveli olarak geliyor, ayrıca mıutlaka belirtmek lazım, bir bunu üçüncü günün sonunda fark ettik de :)

Neler alabilirim? Özellikle Galle şehrinde ve fil yetimhanesinin olduğu bölgede hediyelik eşya dükkanları ve tasarım butikler var. Çay almak iyi bir seçenek olabilir.

Neler götürebilirim? Birçok ülkede olduğu gibi çocuklar etrafınızı çevreleyebilir. "Hello, money" diye koşmuşlardı bizim etrafımızda. Giderken yanınızda çikolata, şeker gibi küçük hediyeler götürebilirsiniz.


7 Aralık 2014 Pazar

Sri Lanka Günlüğü - Eski Başkent, Fil Yetimhanesi, Tapınaklar ve Çay Tarlaları

Sri Lanka, eski adıyla Seylan, Hindistan'ın güneyinde yer alan bir ada ülkesi. Su damlasına benzeyen şekli nedeniyle Sri Lanka'ya "Hindistan'ın gözyaşı" deniyor. Sri Lanka'ya dört kişilik bir arkadaş grubuyla başka bir arkadaşımızın sosyal paylaşım sayfasındaki fotoğraflarını çok beğendiğimiz için bayram tatilini fırsat bilip Eylül 2010'da gittik. Bolca yürüyerek ve neredeyse tüm toplu taşıma araçlarını kullanarak ülkeyi on günde elimizden geldiğince keşfetmeye çalıştık, yine de ancak yarısını görmeyi başarabildik. 


Sri Lanka'ya Air Arabia ile Dubai aktarmalı olarak uçtuk. Yolculuk yaklaşık 8 saat sürdü. 2010'da hat henüz açılmamıştı ama şimdi THY'den de aktarmasız olarak başkent Colombo'ya ulaşmak mümkün.  Yeni başkent Colombo sıradan bir yeni şehir formatında olduğu için orada hiç vakit kaybetmeden trenle eski başkent Candy'e geçtik. Trenden indiğimizde bir pazar yerinin ortasında bulduk kendimizi. Kokular, sesler, renkler öylesine farklıydı ki bir festival filminin içindeydik sanki. Sırtımızda turist çantalarımız, ellerimizde harita ve rehberle bulabildiğimiz en kısa mesafedeki pansiyona yerleştik. 

Candy'deki ilk akşam göl kenarına inşa edilmiş Budist tapınağını ziyaret ettik. Tapınakta Budha'nın dişi bulunduğu için tapınak "Tooth Temple" olarak biliniyor. O akşam tapınakta tören vardı ve onlarca kişi ellerinde lotus çiçekleriyle Budha'ya olan saygılarını sunmaya ve dua etmeye gelmişti. Tapınağın girişindeki el işlemelerinin büyüsü ve durmaksızın çalan davullarla beraber tören giderek daha ilgi çekici bir hal aldı. Törenin tümüne katılmamıza rağmen Budha'nın dişini göremedik çünkü ancak sadece belli zamanlarda ziyaretçilere gösteriliyormuş. 



Candy'deki ikinci gün çok merak ettiğimiz fil yetimhanesine yetim filleri görmeye gittik. Yetimhane benim için biraz hayal kırıklığı oldu çünkü sandığımdan çok daha turistik bir yapıdaydı ve yavru fillerin ayakları zincirli bir şekilde, turistlere gösteri mahiyetinde beslenmesinden rahatsız oldum. Tam yetimhaneden ayrılacakken fillerin az ileride bir nehirde yıkanacakları haberini aldık. Yol boyunca kortej halinde ilerleyen filleri takip etmek ve onları doğal ortamlarında, bir nehirde banyo keyfi yaparken izlemek ise çok keyifliydi.


Candy'de geçirdiğimiz iki günün ardından tapınakları ile ünlü şehir Dambulla'ya gittik. Aslında Sri Lanka'nın büyük ve en çok bilinen tapınakları ülkenin daha kuzeyinde yer alıyor ama biz zamanımız kısıtlı olduğu için Dambulla'da mağara tapınağı ile yetinmek durumunda kaldık. 


Sri Lanka'da ulaşım büyük çoğunlukla trenlerle sağlanıyor. Bu yüzden trenler çok kalabalık, insanlar sıkış tıkış trende neredeyse beş-altı saat ayakta yolculuk etmelerine rağmen gülümsemeye devam ediyorlar. Sri Lanka aklıma geldğinde hala en çok güler yüzlü insanlarını özlüyorum. Tren dışında 1950'lerden kalma otobüsler ve ilk defa gördüğüm üç tekerlekli bisikletten bozma tuk tuklar var. Saat dörtten sonra toplu ulaşım bitiyor, bir yerden başka bir yere gitmek neredeyse imkansız. Biz de gün ışığından olabildiğince faydalanmak için her sabah altıda kalkıp soğuk suyla yapılan duşun ardından (sıcak su yok denecek kadar az) yollara düşüyorduk. Bu düzene bir süreden sonra öyle alıştım ki eve döndükten sonra bile bir süre sabah altıda uyanmaya devam ettim :) 


Sri Lanka'ya giden neredeyse her gezginin uğrak noktalarından biri Sigiriya kayası ve kayanın üzerine kurulmuş olan tapınak. Budist rahiplerin dünyevi işlerden uzak kalıp, kendilerini ibadete vakfettikleri aynı zamanda medrese görevi gören bir tapınakmış burası. "Bana uzak, Tanrıya yakın" sözünü kanıtlar nitelikte dev bir kayanın tepesine inşa edilmiş. Tapınağa yüzlerce basamak tırmanılarak ulaşılıyor,  tepeye ulaşmak yaklaşık bir saat sürüyor. Tapınakların bu kadar tepelerde olmasının bir diğer nedeni de tırmanış sürecinin de aslında ibadetin bir parçası olarak kabul edilmesi. Sigiriya'ya tırmanırken söylenmeden edemiyoruz, oysa en çilelisini henüz görmedik.


Sigiriya kayasının büyüleyici manzarasını arkamızda bırakarak hayatımızın mecerasını yaşamak üzere Sri Pada'ya doğru yollara düşüyoruz. 

Sri Pada diğer adıyla "Adam's Peak" yer yüzünde Adem'in ilk ayak bastığına inanılan tepe. Tepede Adem'in ayak izi olduğuna inanılıyor. Her yıl Aralık ayında birçok insan bu tepeye tırmanarak hacı oluyor, bizimkine ise daha çok umre ziyareti denebilir :) Sri Pada'nın yüksekliği yaklaşık 3500 metre, 2000 basamaklı bir merdiveni tırmanarak tepeye ulaşılıyor. Tırmanış gece olmak durumunda çünkü tepeden güneşin doğuşunu görmek gerek. Bu yüzden rehberimizle beraber gece 02.00'de yola çıkıyoruz, dört saatlik bir tırmanışın ardından sabah altı gibi nihayet tepeye ulaşmayı başarıyoruz. 

                                                 
Tepeye yaklaştığımızda ışığı yanan küçük bir ev bekliyor bizi, burası tüm tırmanışçıların son dönemeçten önce soluklandıkları küçük bir çayhane. İçtiğimiz bol şekerli çayda zorlu bir tırmanışı başarmış olmanın tadı var. Tepeye tırmanırken göz gözü görmeyen karanlıkta duyduğumuz hayvan sesleri, üzerimize yağan ve bizi iliklerimize kadar ıslatan muson yağmuru, altı saatin sonunda hissetmediğimiz bacaklarımız... Asıl zorlu kısmın bundan sonra başlayacağını ise çayevinde öğreniyoruz, çünkü tapınak tırmanışının son etabı çıplak ayak olmak zorunda. El mecbur deyip çıkardığımız ayakkabıları çantalara koyuyoruz, bundan sonrası tabana kuvvet. Artık nihayet en tepe noktaya vardığımızda zafer çanını çalıyoruz ama hava öyle kapalı ki ne gün doğumundaki manzarayı ne de ayak izini görmemiz mümkün olmuyor. 

                          

Adem'in ayak izini göremiyoruz belki ama daha önce hiç bilmediğimiz bir coğrafyada soğuktan morarmış parmaklarla kendi ayak izimizi bırakıyoruz.

                                         
Sri Lanka, Kenya'dan sonra dünyanın en büyük ikinci çay üreticisi. Özellikle İngiliz sömürgesi olduğu dönemlerde bereketli tüm topraklara çay ekilmiş (sömürge döneminden kalma bir alışkanlıkla Sri Lanka'da çay hala sütle bereber içiliyor), Seylan çayı günümüzde en büyük çay pazarlarından birini oluşturuyormuş. Biz de bu üretimi daha yakından görmek için Adem'in tepesi tırmanışı sonrasında artık tutmayan ayaklarımızı otobüse sürüyerek çay tarlalarını görmek için ülkenin en yeşil ve en yağışlı bölgesi Nuwara Eliya'ya geçiyoruz. 
Nuwara Eliya tıpkı bir bulutun içinde nefes almaya çalışmak gibi. Hava genele göre çok daha soğuk, her yer ıslak. Yol boyunca çay tarlalarında günlük 10 dolara çalışan kadınları görüyoruz. Çay üretimine dair daha fazla bilgi almak amacıyla yarım günlük Labookelle Çay Fabrikası gezisine katılıyoruz. Fabrika gezisinde, toplanan çay yapraklarının sadece en üstteki iki yaprağının kullanıldığını, bu yüzden dört kadın günde 100 kg çay toplayabildiği halde bunun ancak 22 kg'nın işleme tabi tutulduğunu öğreniyoruz. Gezi sonrasında bize Seylan çayı ikram ediyorlar. hakikaten diğer çaylara göre çok daha leziz. Bir yandan çayın yanında ikram edilen kekleri mideye indirirken, diğer yandan fabrikada çalışan kadınlarla dilimiz döndüğünce sohbet ediyoruz. Kadınların çoğu Hindu ve Tamil (bu ayrımlara ilerleyen bölümlerde daha detaylı değineceğim), alınlarında ya kırmızı ya da siyah işaret var. Kırmızı işaret kadının evli olduğunu, siyah işaret ise bekar kadınları gösterirmiş. Konuştuğumuz kadının karnı burnunda, "bebek oğlan mı, kız mı" diye soruyorum, "bilmiyorum" diyor, "ne güzel işte hayatının sürprizi" dediğimde ise gülümsüyor. 


Otobüs ve tren saatlerini ayarlayamadığımız için Nuwara Eliya'da iki gün adeta mahsur kalıyoruz. Artık adanın güneyine inme vakti, deniz ve güneş bizi bekliyor olmalı. 


Benim Afrikam - Tanzanya/Zanzibar

Afrikaya gitmek çocukluktan beri en büyük hayallerimden biriydi. Afrikanın kıta değil de bir ülke olduğunu zannettiğim günlerden kalma bir hayal. Uzaktı, yakındı, gidilir miydi, gidilse dönülür müydü derken Eylül 2013'de Tanzanya'ya bağlı özerk bir bölge olan Zanzibar adasına giderek sevgili Afrikam ile tanışmış olduk. Afrika beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı, tam aksine kokusu, dokusu, naifliği ve cömertliği ile beklediğimden çok daha fazlasını sundu bana.

  
THY ile 6 saatlik uçuşun ardından Tanzanya'nın başkenti Darüsselam'a ulaştık. Oradan Precision Air ile yarım saatlik uçuşla Zanzibar'a geçtik. Zanzibar'da kaldığımız ilk üç günü merkezde Stone Town'da, diğer üç günü ise Hint Okyanusu'nun doğu kıyısında, Matembwe'de geçirdik. Stone Town'da kaldığımız Dhow Palace Otel ("Dhow" Zanzibar'da balıkçıların kullandıkları küçük yelkenlilere verilen ad) şehrin merkezinde, hem çok konforlu hem de çok tarz bir butik oteldi. Dhow Palace Otel'de kişi başı (kahvaltı dahil) 40 dolar gibi fiyata konakladık. 

Otelle ilgili detaylı bilgilere buradan ulaşabilirsiniz: http://www.dhowpalace-hotel.com


"Zenci sahili"  anlamına gelen Zanzibar, uzun yıllar Avrupa'ya gönderilen kölelerin ticaretinin yapıldığı ana geçiş noktalarından biri olmuş. O dönemde hayatını kaybeden ve yerinden yurdundan olanların anısına şehrin merkezinde bir anıt yapılmış. Tüm bunların sadece 50 yıl önce yaşandığını bilmek çok üzücü ama aynı zamanda değişmez denilen şeylerin nasıl hızla değişebileceğini görmek açısından ise umut verici. 

Zanzibar müslümanların yoğun olarak yaşadığı bir ada, şehri Şiraz'dan gelen İranlı göçmenlerin kurduğu söyleniyor. Arap kültürünün etkisi baharatlı yemeklerinde, dar ve dolambaçlı sokaklarında yoğunlukla hissediliyor. Kadınların neredeyse hepsi kapalı ama bu durum kadınların birçok müslüman ülkede olduğu gibi görünmez olmasına yol açmamış, kadınlar her alanda aktifler, örneğin ilk defa benzin istasyonunda pompacı olarak çalışan bir kadın gördüm :) 


Medreseden çıkan kız çocukları...


Stone Town aynı zamanda Queen grubunun solisti Freddie Mercury'in doğduğu şehir. Kentin merkezinde Mercury'in doğduğu evi ziyaret edebilirsiniz. Sokakları arşınlamak dışında Stone Town'a yakın mesafede yapılabilecekler "Prison Island" turu, Jozani orman gezisi ve baharat turu. Baharat turu bunların içinde en popüler olanı. Turları ayarlamak konusunda otelin personeli bize çok yardımcı oldu, turları adaya gidildiğinde kolaylıkla ayarlamak mümkün. 

Biz gittiğimizde hava kararmıştı ama fırsatınız olursa adanın doğusundaki The Rock Restaurant'da mutlaka gün batımı keyfi yapın, dünya üzerindeki en güzel manzaralardan birine sahip. Onun dışında Stone Town merkezdeki Monsoon Restaurant hem göze hem damağa hitap ediyor, fiyatları da gayet uygun. 

Prison Island'da Şeyseller'den hediye dev kaplumbağaları sevebilirsiniz. Jozani ormanında ise hiç de utangaç olmayan kırmızı kuyruklu maymunlar size eşlik ediyor olacak. 

Baharat turu Zanzibar'ın olmazsa olmazlarından. Tur boyunca kakao, karabiber, tarçın gibi birçok bitkinin nasıl yetiştiğini görebilirsiniz. Baharat turunun en eğlenceli bitkilerinden ruj bitkisi ve daha neler neler…


Stone Town'da geçirdiğimiz dolu dolu üç günün sonrasında adanın doğu kıyısına, Matembwe'ye doğru yol aldık. Matembwe küçük bir balıkçı köyü, komşusu Nungwi'ye göre daha sakin ve bakir bir koyda bulunuyor. Matembwe'de www.airbnb.com adresinden bulduğumuz Utupoa adlı pansiyonda konakladık. Ev, tıpkı adı gibi okyanusun hemen kıyısında benim şimdiye kadar konakladığım en farklı ve ütopik yerlerden biriydi. 


Zanzibar'da gel-git çok fazla, o yüzden öğlene kadar deniz yok :) Matembwe'ye ilk gittiğimiz sabah Sertaç havlusunu alıp yüzmeye gitti, baktım 10 dakika sonra döndü. Şaşkınlığımı görünce "deniz yok" dedi, "kilometrelerce sahil var ama okyanus gitmiş". Sonradan pansiyonun sahibi ile konuşunca anladık ki gel-git nedeniyle öğleden sonra ancak saat iki gibi okyanus girilecek düzeye gelmiş oluyor. O zamana kadar bereketli bir tarlaya dönüşen okyanusta kadınlar "sea grass" dedikleri kozmetikte kullanılan bir tür deniz yosunu topluyorlar. Sabah saatlerinde kafalarında sepetleriyle şarkılar eşliğinde denizde ot toplayan kadınlar izlemek ise çok değişik bir deneyimdi. 



Matembwe'den etraftaki küçük adalara turlar düzenlenebiliyor. Özellikle snorkel yapmak için ideal bir bölge. Köyde kaldığımız ikinci gün köyü keşif turuna çıktık. çok turistik bir köy olmadığı için ve biz onlara göre bembeyaz kaldığımız için köyün çocukları bizi görünce korktular, bağırıp kaçışmaya başladılar. Daha büyük yaştakileri getirdiğimiz şekerlerle kandırıp yanımıza çekmeyi başardık ama ufaklıklara yaklaşmak mümkün olamadı :)  

 


Zanzibar'da toplam altı gün konakladıktan sonra yine Darüsselam üzerinden Türkiye'ye döndük. Zanzibar gezisi genellikle Tanzanya'da yapılan safarinin sonuna iki günlük bir seyahat olarak ekleniyor ancak biz bu adanın keyfini doyasıya çıkarmak istedik, iyi ki de öyle yapmışız. Muhteşem doğası, lezzetli yemekleri (özellikle deniz ürünleri), okyanus kokusu ve misafirperver insanlarıyla adanın tadı damağımızda kaldı. Başka bir deyişle Hakuna Matata*

*Swahili dilinde problem yok, herşey yolunda anlamına geliyor



Seyahatten önce yapılması gerekenler: Tanzanya vizesi kapıdan alınıyor, bu yüzden öncesinde resmi bir işlem yapmanıza gerek yok. Afrikaya gidenlere önerilen aşıları yaptırmadık, sıtma için ayrıca bir ilaç da kullanmak istemedik. Yanımıza sinek kovucu bileklik ve losyon aldık, hatta dev bir örümceğin ısırığına maruz kalmama rağmen şiş bir ayak dışında sorun yaşamadım.

Bütçe: Tanzanya genel olarak ucuz bir ülke değil, pahalı da değil. Konaklama seçeneklerine bağlı olarak bütçede değişiklikler olsa da biz seyahati uçak bileti ve tüm harcamalar dahil toplam 2.500 TL'lik bir bütçeyle tamamladık. 

Neler alabilirim? Tahta oyma minik heykeller çok güzel, hediyelik ve kendiniz için alabilirsiniz. Çeşit çeşit baharatlı kahveler de güzel hediyelikler olabilir. Alışverişlerde mutlaka pazarlık yapın :)

Neler götürebilirim? Biz yanımızda çocuklar için topitop şekerlerden götürdük ama çocuk sayısının çokluğunu hesaba katmamışız, daha ilk gittiğimiz köyle stoğumuz tükendi. Şeker, çikolata gibi hediyeler götürebilirsiniz çocuklara.