26 Kasım 2015 Perşembe

Binbir Gece Masallarına Yolculuk: Marakeş, Fas


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken... Çok uzak gibi görünen ama aslında o kadar da uzak olmayan bir diyarda tıpkı bize benzer insanlar yaşarmış. Bu diyara ulaşmak kuş uçuşu dört saat, yaşanan maceraları anlatmak ise bir ömür sürermiş. 


Günlerden bir gün, iki gezgin kadın Arap ve Berberilerin yaşadığı, uçsuz bucaksız çölü, emsalsiz baharatları ve pazarları ile ünlü bu diyarı keşfetmek için yola çıkmış. Güz mevsiminin kendini iyiden iyiye hissettirdiği bir vakitte çıktıkları yolculuğun ilk durağı sinema filmi ile ünlü Kasablanka'ymış.  Öğelden hemen önce okyanus kıyısındaki bu ünlü kente varmışlar varmasına ama Kasablanka'da hiç vakit geçirmeden "tekrar çal Sam" diyerek ilk gelen trenle Marakeş'e doğru yollarına devam etmişler. 

Tren onları dolambaçlı yollardan, Atlas dağlarını, yüksek binalı şehirleri, damsız evli köyleri ve uzun nehirleri geride bırakarak masallar diyarı, kırmızı şehir Marakeş'e ulaştırmış. Marakeş'e vardıklarında artık gece vaktiymiş ve dolunay gecenin karanlığında usul usul parlamaktaymış. Dolunayın ışığının tek rakibi Marakeş'in eski şehrinin kalbinde, Jamaa El Fna meydanından yayılan ışıkmış. Meşhur meydanda kimler yokmuş ki; yılan oynatıcıları, ağzından ateş çıkaran cambazlar, maymun gezdiren çığırtkanlar, binbir renkli ürünleri ile satıcılar, baharat kokulu sokak yemekleri ile kebapçılar ve daha neler neler...

Unesco Dünya Mirası listesine giren Meydan; Jamaa El Fina

Gezginler şehre ayak basar basmaz büyülenmişler lakin o kadar yorgun düşmüşler ki meydanın keşmekeşinden bir an önce uzaklaşıp Marakeş'in dolambaçlı sokakları arasından gezi boyunca konaklayacakları Riad Magi'ye ulaşıp kendilerini derin bir uykunun kollarına bırakmışlar.  

Ertesi sabah uyandıklarında bir de ne görsünler; meğerse kaldıkları Riad* tıpkı bir cennet bahçesiymiş. Kahvaltılarını kah avluda, portakal ağacının gölgesinde, kah terasta kuşların seslerini dinleyerek yapmışlar. Kocaman kapılı odalarında atlas yorganlara sarılıp uyumuş, hem yediklerinden hem de tanıştıkları insanların dostluğundan oldukça memnun kalmışlar. 

Riad Magi'nin avlusu ve devasa portakal ağacımız...

Riad'daki tüm odalar avluya açılıyor

Marakeş'te geçirdikleri üç günün ikisinde sokakları keşfetmiş ve pazarı dolaşmışlar. Yine de ne sokakların ne de pazarın tadına doymuşlar. Her sabah seher vakti başlayan macera hava kararana kadar sürmüş. Gezginler, sokaklarda bolca kaybolmuş, adına "Abbara" denilen geçitlerden ve küçücük kapılardan geçerek turuncunun, pembenin, yeşilin ve mavinin izini sürmüşler. 


İlk günün sabahında yolları sokakta oynayan çocuklar ile kesişmiş. Onların rehberliğinde turist kafilesinden uzaklaşarak ve nereye gittiklerini katiyen bilmeyerek ara sokaklardan bir tabakhaneye ulaşmışlar. Tabakhaneye yaklaştıklarında burunlarına bir demet nane tutarak, bu kez en tepeden izlemişler şehrin suretini. Tabakhane; biri Berberilere, diğeri Araplara ait iki kısımdan oluşmaktaymış. Dumanı tüten derilerin tabaklanmasını izledikten ve ilk alışveriş deneyimlerini yaşadıktan sonra yollarına devam etmişler. 


Tabakhanelere giriş yasak, en yakın mesafe ancak bu kadar :)

Tabakhaneden biraz ilerleyince yolları bir kilimcinin dükkanına düşmüş. Bu kez de kaktüs ipeğinden yapılma renk renk kilimlerin büyüsüne kapılmışlar. Kilimci diğer tüm satıcılar gibi onları gülümseyerek karşılamış ve birer bardak büyülü iksir olan olan Viski Berberi** ikram etmiş. Bu büyülü iksir nanenin kaynatılması, bal ve safran ile karıştırılmasıyla yapılan eski bir iksirmiş ve gelen müşterilerin dükkana çakılıp kalmasını sağlarmış. Öyle ki Viski Berberi'den bir yudum alan amansız bir pazarlığın içinde düşer, daha ne olduğunu anlamadan elinde poşetlerle ve hiç aklında olmayan şeyleri satın almış çıkarken bulurmuş kendini. 


Bu diyarda tüm ürünler fiyatlardan azadeymiş. Fiyat satıcının ve alıcının halet-i ruhiyesine, alıcının nereden gelip nereye gittiğine, satıcının nasıl konuştuğuna ve gülümsediğine göre değişir, Viski Berberi'lerin biri gidip biri gelirken pazarlık en çetin şartlarda her iki taraf da mutlu bir şekilde ayrılana kadar sürermiş. Öyle ki, satıcı her defasında alıcıya "mutlu musun?" diye sorar ve eğer alıcı "mutlu değilim" derse pazarlık kaldığı yerden devam edermiş. 

Pazarda neler yokmuş ki; baharatlar, yünler, babuçlar, el dokuması kilimler, cüzdan ve çantalar, camdan şişeler, ince kenarlı gümüş işlemeli bardaklar, lambalar, kokular, tütsüler ve daha neler neler... Pazar tezgahları tüm albenisi ile sıralanırken kahve kokusu yeni tabaklanmış deri kokusuna karışır, bir çığırtkanın sesi yankılanırmış yan sokaktan.

Gel zaman git zaman gezginlerin pazar macerası devam ededursun akşama doğru karınları acıkmış ve çok methedilen restoran Pepe Nero'yu aramaya koyulmuşlar. Neyseki gezginlerin yaşadığı dönemde teknoloji çok gelişmişmiş de yollarını google haritası marifetiyle kolaylıkca bulmuşlar. Tıpkı kaldıkları Riad gibi restoran da bir cennet bahçesiymiş. Restoranın ağır demir kapısı meydanın karmaşasından bir vahaya açılıyormuş adeta. Avlusunun ortasında havuzu ve ağaçların altındaki masaları ile özenli mi özenli bir restoranmış burası. Yemekleri çok lezzetli, çalışanları çok güleryüzlüymüş. Gezginler kendilerini arka odadan gelen ud sesine bırakarak, huzur içinde yemişler yemeklerini. Hatta sadece yemek yemekle kalmamışlar güleryüzlü, hoş sohbet garsonla arkadaşlık etmişler, şehrin güzelliğinden ve geldikleri ülkeden konuşmuşlar. Gezginler fark etmişler ki bu diyarda yaşayan insanlar gezginlerin geldiği ülkede yaşananlardan pek de haberdar değilmiş. Bilakis geldikleri ülkenin zalim hükümdarı bu diyarda bir kahraman, bir kurtarıcı olarak anılmaktaymış. Dilleri döndüğünce yaşadıkları zorlukları ve hükümdarın zalimliklerini anlatmaya çalışmış, zorbalıktan, ülkeyi ele geçiren haramilerden dert yanmışlar. Sohbet gecenin karanlığıyla beraber koyulaşmış ve en nihayetinde herkes mutlu ayrılmış. 

Bir pizzacı izlenimi veren ama son derece şık bir İtalyan restoranı olan Pepe Nero...

Günün ağarmasıyla birlikte gezginler bu kez dağ yollarına vurmuş kendini. Develerle değil belki ama güzel bir transit araçla Atlas dağlarına gitmişler. Az gitmişler, uz gitmişler dere tepe düz gitmişler, yol üzerinde bir Berberi köyüne varmışlar. 

Atlas dağlarının yamaçları Berberilerin temel yaşam alanlarını oluşturuyor...

Berberi köyünü ziyaret ettikten sonra bu kez argan yağının hikayesinin peşine düşmüşler. Argan bitkisi sadece Fas'ta yetişen şekli şemali bademe benzeyen bir bitkiymiş. Bu bitki toplanır, değirmenden geçirilir, yağı çıkarılır ve bitkinin geri kalan posası da kozmetik ürünlerinin yapımında kullanılırmış.  


Yolculuk bu kez onları Atlas dağlarının içinde akıp giden bir şelale kenarına düşürmüş. Teke gibi dağ taş tırmandıktan sonra su kenarında mola vermişler. O gün günlerden kuskus günüymüş ve bu fırsatı kaçırmamışlar. Bir tabak kuskusa 70 dinar vermemek için münakaşa etmişlerse de gün en nihayetinde güzel geçmiş ve mutlu mesut Riad'larına geri dönmüşler. 


Marakeş'in en gizli güzelliklerinden biri de dillere destan bahçeleriymiş. Gezginler, vakit darlığından dolayı her bahçeyi gezemeseler de en ünlü bahçelerden biri olan Majorelle bahçelerini keşif fırsatı bulmuşlar. 


Rivayet o ki, bu mistik bahçe bir zamanlar Fransız ressam Jacques Majorelle tarafından tasar edilmiş. Bahçe, dev bambular, dünyanın dört bir yanından toplanan bitkiler ve binbir çeşit kaktüsle bezeliymiş. Neden sonra 1980'li yıllarda Yves Saint Laurent ve Pierre Berge'e satılan bahçenin çehresi değişmiş. Bahçe 2011 yılında vakfa dönüşmüş. 


O gün bugündür çivit mavisi diye anılan mavinin adı da Majorelle mavisi olmuş.


Gezginler çok gezmiş, az yorulmuş, yorulunca kuskus yemiş, tajin yemiş, nane çayı içip ferahlamış. Dere tepe tırmanmış, ayakları şişmiş yine de hiç şikayet etmemişler. Yeri gelmiş sohbet etmiş keyiflenmişler, yeri gelmiş portakal ağacının gölgesinde susup dinlenmişler. Beş günün sonunda geldikleri yöne doğru aynı trenle Kasablanka'ya varmışlar. Seyahatleri burada bitmiş belki ama bu Afrika diyarının tadı, baharat kokulu sokakları, mavinin binbir tonu rüyalarını süslemeye devam etmiş.

Gökten üç elma düşmüş, biri anlatıcının, biri hikayemizin kahramanlarının diğeri de siz okuyucuların başına...

* Riad: Eski konakların restore edilmesi ile oluşturulan, odaların tümünün tek bir avluya baktığı butik otellere verilen ad. Fiyatları değişkenlik gösterse de otellerden daha pahalı değil. Fas'ın dokusunu hissetmek adına mutlaka Riad'da kalın derim.

** Viski Berberi: Müslüman ağırlıklı bir topluluk olan Fas'ta içki ikramı yasak olduğu için Berberi viskisi olarak bir bardak nane çayı ikram ediliyor. Bence tadı en iyi viskilerden kat kat daha güzel :))

Marakeş'in renkli sokakları...

Gitmeden önce yapılması gerekenler: Fas ülkeye girişte vize istemiyor. Geçerli bir pasaportunuzun olması yeterli ancak pasaport kuyruğu ekseriyetle çok uzun oluyor ve yavaş işliyor. Bu sürede yaklaşık 1-2 saat bekleme süreniz olduğunu bilerek planlama yapın. Biz THY ile Kasablanka üzerinden Marakeş'e trenle gittik ve çok keyifli bir yolculuk oldu. Tren biletleri online olarak alınamıyor ama tren istasyonuna gittiğinizde alabilirsiniz. 


Bütçe: Biz indirimli uçak bileti alarak gittik. Seyahat giderleri, konaklama ve yeme içme dahil toplam 2000-2500 TL arası bir bütçe ile 5 gün geçirdik. Marakeş'te fiyatlar yaklaşık Türkiye ayarında.

Ne yenilir, ne içilir? Fas mutfağı bize çok benziyor. Gerek et ürünleri gerekse sebze anlamında birçok alternatif var. Genel olarak temiz bir ülke. Rahatlıkla sokak satıcılarından da alışveriş yapabilirsiniz. Nane çayını içmeden dönmeyiniz :)

Ne alınır? Pazarlarda çok fazla alternatif var. Biz özellikle renk renk babuçlara vurulduk. Deri ürünleri çok çeşitli ve kaliteli. Pazarlık yapmazsanız satıcılar çok bozuluyor. Pazarlık, alışveriş esnasında sohbet etmenin çok önemli bir parçası. Pazarlara akşamüstü çıkarsanız satıcılar yorulmuş oluyor ve ürünleri daha az pazarlık yaparak ve daha ucuza alabiliyorsunuz. 

Godot'u beklerken...







30 Mayıs 2015 Cumartesi

Venedik'te Yaşam

"Seyahat arzusuydu bu, başka birşey değil; fakat bir nöbet gibi bastırmış, bir tutkuya dönüşmüş, adeta bir sanrı haline gelmişti" der Thomas Mann, Venedik'te Ölüm kitabında, yazar Aschenbach'ın  yolculuğunu anlatırken. Kitapta sanat, estetik, aşk, güzellik ve ölüm kavramları fonda Venedik tasvirleri ile anlatılır. Sanatı, aşkı ve güzelliği anlatmak için ne doğru bir tercih!


Kanalların güzelliği, şehrin nemli ve pastel renkli dokusu, sokakların dar ve dolambaçlı geçitleriyle Venedik masalla gerçek arasında salınan, yüzer gezer bir şehir. Thomas Mann kadar çarpıcı anlatılar kullanamasam da bu yazıda huzurlu bir ölümden ziyade Venedik'te merak ve keşif dolu yaşamı anlatmaya çalışacağım. Öncelikle şunu söylemeliyim, Venedik'te yaşam, büyük kanalı birbirine bağlayan Rialto köprüsünün öte yakasında başlıyor, diğer bir deyişle San Marco Meydanı'nı çepeçevre saran turist kafilesinin bittiği yerde.


İlk Gün: Karşılaşma

İtalyan bandıralı, görmüş geçirmiş, eski tip, isli yaslı bir gemide, tayfalardan biri Aschenbach'ın başvurusunu görür, "Geziniz için Venedik'i seçtiniz demek, ah ne mutlu size. Venedik şahane sehir! Hem tarihi hem de bugünkü şirinliğiyle dayanılmaz bir cazibesi vardır bu şehrin..." (Venedik'te Ölüm, syf. 30)


Kitabın ilk basımının üzerinden yaklaşık 100 yıl geçse de Venedik benzer birçok şehrin aksine cazibesini korumaya devam ediyor. İtalya turlarının hemen hepsinin yolu kanallar şehrine mutlaka düşer ama benim önerim Venedik'i gezinin sonuna günübirlik bir tura sığdırmak yerine üç-dört günü bu şehre ayırmak, ancak bir insan genişliğinde sokakları olabildiğince arşınlamak, geçitlerde kaybolmak ve her defasında şehrin farklı bir yerini/yönünü keşfetmek, hem meydanda kahve yudumlarken klasik müzik dinlemenin aristokratlığını hem de balkonlarında çamaşır asılı mahallelerin naifliğini yaşamak. Venedik gösterişli olduğu kadar gizemli bir şehir, gerçek güzelliğini ancak kendini tanımak için zaman ve emek sarf edenlere saklamakta çok kararlı.

Şehri gezerken denk geldiğimiz köprülerden yalnızca biri...

Bizim Canan'la Venedik'e geliş hikayemiz baya bir eskiye dayanıyor. Üniversite yıllarında, öğrenci evimizdeki 37 ekran tüplü televizyonda Venedik batacak mı temalı bir belgesel izlemiş ve batmadan mutlaka görmeliyiz bu şehri demiştik. Planlama yapmak ve doğru tarihi ayarlamak on sene sürse de her saniyesine değmiş diyebilirim. 

Mayıs ayı Venedik için çok doğru bir tercih, turist kalabalığı ve sıcaklar başlamadan gidip görmek gerek. Gerçi Mayıs ayında da Bienal kalabalığı oluyor biraz ama akşama doğru özellikle turcu kafileler civcivler gibi ardı sıra toplanıp gittiğinde tüm şehir bize kalıyor :) 

Sessizin payı...

19 Mayıs tatilini fırsatı bilip THY ile (millerle aldığımız biletlerle) aktarmasız olarak 2,5 saat sonra Venedik Marco Polo havalimanına ulaştık. Avrupada alışkanlığımız olduğu üzere airbnb'den ev kiralamayı tercih ettik. Venedik'te oteller hele ki adanın içindeyse gerçekten çok ama çok pahalı. Böylece, evimiz hem ucuza geldi hem de Arsenal gibi yerel bir mahallenin içinde kalma fırsatımız oldu. Ev sahibemiz Christine, evi bize o kadar güzel tarif etmişti ki havaalanından tek bir feribotla Arsenal vaporetto durağına kadar kolaylıkla geldik (Alilaguna, Mavi hat). Vaporetto, Venedik'te sıkça kullanılan küçük motorlu teknelere verilen ad. Adada taksi ve toplu taşıma araçları yok,  hatta bisiklet bile yok, yürüyemediğiniz yerlere ulaşmak için deniz yolunu kullanmak durumundasınız. Bu durum vaktiniz bolsa oldukça keyifli ve romantik bir ulaşım yöntemi ama zaman kısıtınız varsa mesela treniniz yarım saat sonra kalkacaksa vaporettonun güvertesinde aheste ahaste salınarak ilerlemek biraz stresli olabiliyor :)


Evimize yerleştikten sonra ilk iş mahallemiz Arsenal'i keşfe çıkıyoruz. Market, fırın ve manavdan alışveriş yapıyoruz ki ertesi sabah evimizin küçük avlusunda kahvaltı yapalım. İtalya'da ingilizce bilen kişi sayısı çok az, o yüzden tavuğu anlatacağım diye gıdaklayan, treni anlatacağım diye tren düdüğü gibi öten insanlara ancak İtalya'da rastlayabilirsiniz. Eğer İtalya'ya gidecekseniz seyahatten önce İngilizcenizi geliştirmek yerine pandomim sanatını öğrenmenizde fayda var derim.

Arsenal'in aşı boyalı evleri...

Mahallemizi turladıktan sonra Venedik'in merkezi diyebileceğimiz San Marco meydanına doğru uzanıyoruz. Hava kararmak üzere ve yağmur çiseliyor ki denizin turkuaz rengini bir daha hiç o kadar güzel göremedik. 


San Marco klisesinde gün batarken...

Akşamı ara sokakların birinde bir restoranda tamamlamayı planlıyoruz oysa Venedik'in bize hazırladığı hoşgeldin sürprizinden haberimiz yok henüz. Yemek sonrası şehrin ve şarabın sarhoşluğuyla labirent gibi sokaklardan bir yolunu bulup eve gitmeye çalışırken bir anda durup kalıyoruz. Yağışlar nedeniyle San Marco meydanını su basmış!


En başta ne olduğunu anlayamıyoruz, meydan her daim kalabalık, onu ilk geldiğimizde öğrenmiştik zaten ama fark şu ki bu insanlar hareket etmiyor. Çığlıklar, gülüşmeler...Ne oluyor derken yerlerin ıslak olduğunu fark ediyoruz. Bir sonraki gün masasında kahve içip, açık havada müzik dinleyeceğimiz Cafe Florian sular altında. Sular diz boyunu aşmış ve taşların arasından çıkmaya devam ediyor. Meydanın etrafını ne yöne gideceğini bilemeyen turistler ve onlara naylon çizme satmaya çalışan sokak satıcıları sarmış. Pantolonları sıvayıp ayakkabıları mı çıkarsak, su daha fazla yükselir mi, ya bizim evi de su bastıysa...Biraz pazarlıktan sonra dört euro'ya aldığımız su geçirmeyen pembe lastik çizmelerimizle özgüvenimiz tazeleniyor neyse ki, artık ayaklarımızı fışırdata fışırdata eve gidebiliriz. 

Venedik'e gitme hayali kurmak 10 sene, seyahat planı yapmak bir ay, uçuş 2,5 saat, San Marco meydanında 43 numara pembe plastik çizmelerle yürümek ise paha biçilemez...


Ertesi günün planı; Dükler Sarayı ve Ahlar Köprüsünü gezmek, meydanda içilen kahvenin ardından bir Venedik klasiği olan gondol turuna katılmak. 

İkinci Gün : Tanışma

Birbirinden kanallarla ayrılmış ve köprülerle bağlanan 118 farklı adacık üzerine kurulmuş Venedik'in tamamı UNESCO dünya mirası listesinde. Bu yüzden evlerin ve köprülerin olduğu gibi korunmasına azami özen gösterilmiş. 


Venedik, ortaçağ ve rönesans boyunca sanatın ve ticaretin merkezi, en önemli liman kenti olmuş. Şehrin gösterişli yüzü San Marco meydanı, kilise, saat kulesi, Dükler sarayı ve çevresindeki yapılara yansımış. Birçok yerde gücün ve asalaetin simgesi olan aslan figürlerini görmek mümkün. 

San Marco Kilisesi...

İlk yapısı 9. yy'ın sonuna doğru inşa edilmiş Dükler sarayı bugünkü halini alana kadar birçok kez restore edilmiş. 

Sarayın girişi...

Uzun yıllar mahkeme salonu olarak kullanılan Saray, "Ahlar Köprüsü" ile cezaevine bağlanıyor. Bu köprüye ahlar köprüsü denmesinin nedeni ise suçluların cezaevine gitmeden önce köprüde son kez Venedik'i görüp ah çekmesiymiş. Köprüden görülen manzara ah dedirtmeyecek gibi değil hakikaten.

Ahlar köprüsü...

Saray ve çevresini biraz hızlı geçiyoruz, sokakları gezmek ve gondol turu yapmanın bizi daha çok heyecanlandırdığı kesin. Yine üniversiteden bir arkadaşımız Mustaf'a rastlamış olmak ise Venedik'in bize hazırladığı ikinci sürpriz.  Gondol turunu beraber yapıyoruz.  

Yarım saatlik gondol turu anı yaşamak ve manzaranın keyfini çıkarmakla, her anı fotoğraflamak ve manzarayı ölümsüzleştirmek arasındaki ikilemden ibaret...

Gondol bazen en kalabalık...

 bazen en sakin köşelere uzanıyor...

ve yolculuk başladığımız limanda son buluyor. 


Gondol turuna katılmak toplamda 80 Euro, dört ya da beş kişiden oluşan bir ekip oluşturup tura katılabilirsiniz ama bunu gondolcuların fark etmemesi gerek. Sizin orada toplaştığınız fark ettikleri anda sizi almayı kabul etmiyorlar, sanki dünyanın varoluşundan itibaren grup olarak berabermişsiniz gibi davranmanız gerekiyor. Biz bunu başaramadığımız için üç kişilik tura razı oluyoruz. 

Akşam yemeği için bu sefer tercihimiz Rialto köprüsünün çevresi, kanal kıyısı oluyor. Evet, birçok yerde yazdığı gibi kanal kıyısındaki restoranlar daha turistik bir hizmet sunuyor, yemekleri lezzetli değil ve fiyatlar da yüksek ama manzarası olağanüstü. Bir kez için tercih edilebilir. 

Rialto Köprüsü'nde gün batımı...


Venedik'te iyi yemek yemek biraz zor ve karmaşık, şöyle ki 'pizzeria' pizzacılara verilen ad, 'trattoria' küçük aile restoranlarına deniyor, 'restorante' ise daha afili restoranlara. Ama bazı popüler 'trattoria'larda yemek yemek 'restorante'den daha pahalı olabiliyor ve pizza bu dediklerimin hepsinde var. Bir de büfeler var, özellikle gün içinde atıştırma yapabileceğiniz yerler ve oturma şansınız yok. Büfelerde İtalyan ekmeği bruscetta veya sandviç yiyip yanına şarap açtırmak mümkün ama kafe ve 'patisseria'larda (pastane) da güzel sandviçler var ve bizim kafe dediğimiz mekanlara İtalya'da 'bar' deniyor :) Venedik'te yapılacak en mantıklı şey güzel bir mekan bulduğunda oturup kalmak ve her şekilde menüde yazandan fazla ödeyeceğini kabullenmek çünkü birçok mekanda masa ve sandalyeler için ayrıca para ödemek gerekiyor. Sözün kısası iki euro'ya sandviç yemek veya makarna+şaraba kişi başı 25 Euro ödemek mümkün. Hoş bir meydanda şık bir restorana uzanırsanız bu fiyat 50 Euro'ya kadar çıkabiliyor ve hiçbirinin lezzet garantisi yok. Venedik'te yemek yerken yediğiniz şey için değil size sunulan hizmetin kalitesi ve oturduğunuz mekanın manzarası için fiyat ödüyorsunuz, tercih sizin.

Kanal kıyısında gündüzün geceye dönüşmesinin yarattığı renk dansını izledikten sonra eve doğru yol alıyoruz. Meydandan geçerken hazırlıklıyız bu kez, naylon çizmelerimiz yanımızda lakin Venedik bu sefer başka bir sürpriz hazırlamış bizim için. San Marco meydanında şık bir kafeden canlı müzik sesleri geliyor. Ağzımızda kekremsi şarabın tadı, gözlerimizde gondol turunun en güzel manzaraları, notaların izinde bir geceyi daha tamamlıyoruz. 


Üçüncü Gün: Kaynaşma

Venedik'teki son günün rotası adalar. Bir gün önce aldığımız ada turu sabah 10.30'da başlıyor, öğleden sonra saat üç gibi sona erecek. Tur, cam işçiliği ile ünlü ada Murano, sonra renkli evleri ile ünlü şirin adacık Burano ve tarihi kalıntıların olduğu ada Torcello'yu kapsıyor.  Gel gör ki kazın ayağı  hiç de öyle değil. Daha ilk adada (Murano) tur feribotunu kaçırınca şehir hatları ACTV'nin İtalyanca sistemini çözmek, bir sonraki vaporettoya yetişebilmek için adayı baştan başa koşmak, zaman kısıtından dolayı Torcello'yu es geçmek durumunda kalıyoruz ve tabi tüm bunlar olurken bizi iskelede göz göre bırakıp giden tur feribotuna sayıp sövmeyi de ihmal etmiyoruz. Sözün kısası adaları gezmek için 20 euro verip tur satın almanıza hiç gerek yok, ACTV sistemi kolaylıkla bir adadan diğerine ulaşımı sağlıyor, her bir adada ne kadar zaman geçirmek istediğinizi belirlemek de size kalıyor. 

Tamamlayamadığımız ada turu turlardan neden nefret ettiğimi hatırlamamı sağlıyor, şöyle ki grup halinde hareket etme zorunluluğunun yanı sıra turlar genellikle belli yerlerle anlaşmalı oluyor ve eninde sonunda sizi oranın dükkanını dolaşmak durumunda bırakıyor. Tıpkı Murano'da zorunlu katılmak durumunda olduğumuz cam yapım atölyesi ve sonrasında gezmek durumunda kaldığımız cam ürünleri satış dükkanı gibi. 

Cam atölyesinde bir usta, bitse de gitsek modundayız ama faydası yok, başa geçen çekilir.

Cam atölyesinin bağlı olduğu dükkanı gezip fiyatların uçukluğunu fark ettikten sonra adaya geldik madem eee hadi gezelim diyerek dışarı atıyoruz kendimizi. Elektrik elektronik mühendisi, aynı zamanda ÖSS derecesi yapmış arkadaşımız Mustaf'ın "denizi gördük madem oradan gidelim hem daha kısa olur" önerisini kabul edince çıkmaz sokaklara uzanıp, geri dönmeye çalışıyoruz ama artık çok geç, bakakalıyoruz giden tur gemisinin ardından. Sonrası hızlı bir maraton koşusu, su toplamış ayaklar kalıyor geriye adalar turununda yadigar. 

Neyse ki Burano adası koştuğumuza değiyor.

Venedik kurabiyeleri ile ünlü, burası da en tazelerini satan Patisseria Burano.

Burano, küçük bir balıkçı kasabası. Rivayet o ki adadaki evlerin bu kadar renkli ve birbirinden farklı olması geceleri eve dönen sarhoş balıkçıların evlerini daha kolay bulması içinmiş. Burano'da bizim adaların sıcaklığı var. Her yer rengarenk, evler, kafeler, pastaneler...Poti-kareli masa örtüleri ile bezeli kafelerde insanlar toplaşmış ve dondurmacının önü hep kalabalık, sokaklar cıvıl cıvıl :)


Adadan dönüşümüz gidişimiz kadar acılı değil neyse ki...Mustaf'ı Verona'ya gitmek üzere tren istasyonuna yolcu edip artık 'bizim maalle' olan Arsenale'e dönüyoruz. 

Bu kez 'oralı' olmanın verdiği rahatlık ve özgüvenle geziyoruz Venedik'i. Sokakları, meydanları, turistlerin gelmediği noktaları biliyoruz, favori kanal kenarları ve köprülerimiz var artık, sabah elinde pazar çantasıyla yan kapıdan çıkan teyzeyi 'bonjorno' diye selamlıyoruz, yolda vaporetto soran turistlere yol gösteriyor, sokak satıcıları ile çata çat pazarlık yapabiliyoruz. Italia, la dolce vita.


Günlerden pazar ve dükkanların çoğu kapalı, aynı zamanda Venedik için çamaşır günü. Bir haftanın kiri ve pisi yıkanmış, balkonlardan salınıyor. 


Deniz tuzu ve yosun kokusuna deterjan kokusu karışmış. Kokular bizi başka bir bilinmez geçite sürüklüyor, ucu bucağı görünmeyen geçitin sonunda belki de daha önce görmediğimiz bir köprü veya meydan vardır. Belki kadınlar yine kendi aralarında bağırarak konuşuyor, denizden hafif bir yer esiyordur. Belki daha Venedik'e o gün adım atmış biri şehrin güzelliğini ağzı açık, şaşkınlıkla izleyerek yürür kanal boyunca, bavulunun tekerleklerinin sesi yankılanır. Belki yağmur çiselemeye başlar yeniden ve safi turkuaza döner ortalık. Belki gondolculardan biri bir şarkı mırıldanarak geçer yanımızdan, sesi sokak müzisyenlerine karışır ve o anda maskelerden biri gülümser dükkanın vitrininden, kimbilir...


Seyahatten önce yapılması gerekenler: Vize almak gerekiyor maalesef. Neyse ki İtalya bu konuda çok hızlı, bir hafta içerisinde vizeniz hazır oluyor. Yaz aylarında asla ve asla gitmeyin hem çok kalabalık hem de çok sıcak oluyor. En ideal zaman Nisan-Mayıs ve Eylül-Ekim ayları. 

Bütçe: Biz uçak biletini alışverişten biriktirdiğimiz millerle aldık, böylece Venedik'e gidip Roma üzerinden dönme şansımız oldu. Venedik ve Roma tatilinin tümü için yaklaşık 2000 TL gibi bir harcama yaptık toplamda, buna uçak bileti de eklenince kişi başı bütçe 2500 TL'yi geçmez diye tahmin ediyorum. Venedik'te mutlaka ev kiralayın ama doluluk oranını göz önüne alıp en az iki ay önceden kiralayın derim. Uçak biletini de aynı şekilde yaklaşık iki ay önce almakta fayda var.  

Yeme- içme: İki euroluk sandviçten aklınızın alamayacağı kadar pahalı restoranlara uzanan geniş bir fiyat skalası var. Deniz ürünleri özellikle karides ve midye çok lezzetli. Türkiye'ye göre çok ucuza deniz ürünlerini yiyebilirsiniz. Pizzayı İtalya'nın her yerinde çok güzel yapıyorlar. Bruscetta ve makarnaların tadına bakın derim ve mutlaka bufalo mozeralla içeren bir salata yiyin. Tatlı olarak tiramisu ve panna cotta'yı deneyebilirsiniz ama nasıl oluyorsa bu tatlıları her yerde farklı yapıyorlar. 

Ne götürebilirim? Rahat ayakkabı ve yağmurluk. Mümkünse lastik çizme :)

Ne alabilirim? Kurabiye ve şarap. Venedik'in özellikle beyaz şarapları çok hafif ve leziz. Maskelerin orjinal olanları var ama fiyatları çok yüksek, ucuz olanlar da almaya değer gelmedi bana. Hediyelik eşya olarak alınacak pek birşey yok açıkçası. Eğer İtalya'nın diğer şehirlerine gidecekseniz alışverişi Venedik'ten yapmayın derim.