25 Ağustos 2016 Perşembe

Bavyera Düzlüklerinde Direksiyon Sallamak: Romantik Yol'un Pek de Romantik Anlatılamayan Hikayesi


"...neresi sıla bize, neresi gurbet,
 yollar bize memleket"  (şiir: Murathan Mungan)

Her yıl izin vakti gelip yaklaşınca dünya haritasını sereriz önümüze ve aramızda şöyle diyaloglar dönmeye başlar:

- Bu sene daha az yorulacağımız bir yere gidelim
- Evet, şöyle deniz kıyısı olsun, tüm gün yatalım
- Kesinlikle, bu kez yorucu olmasın lütfen
- Tek bir yerde konaklayalım, öyle çok gezmeli olmasın

Veee sonuç beş gün, iki ülke, yedi şehir, her birinde sadece bir gece konaklayarak yolculuk etmek ve henüz dört ayını doldurmamış bir bebekle...Ne diyelim; yol hikayelerini seviyoruz...


Romantik Yol; Almanya'nın Frankfurt şehrinden başlayıp kimilerine göre Munih, kimilerine göre ise Avusturya'ya kadar uzanıyor. Romantik Yol (Romantische Strasse) boyunca surlar içerisinde yer alan, koruma altına alınmış birçok Ortaçağ kasabasını, kaleleri ve şatoları görmek mümkün. Alplere doğru yaklaştıkça iklim değişiyor, bu manzaraya dağlar ve göller eşlik etmeye başlıyor. Rivayete göre bu rotayı İkinci Dünya Savaşı'na katılan Amerikan askerleri keşfedip bu adı vermiş. Şimdi bölgeyi bilen Almanların yanı sıra dünyanın birçok yerinden gezgin için turlar düzenleniyor. Özellikle Rothenburg  ob der Tauber popülasyonu itibariyle bir Japon kentini andırıyordu. Diğer birçok kasabada da turistlere özel aktiviteler vardı. 

Direkt gitmeye karar verilse Frankfurt-Munih arası sadece birkaç saat ama Romantische Strasse tabelalarını takip etmeyi, kasabaları gezip görerek yol almayı planlıyorsanız 4-5 günlük bir macera sizi bekliyor demektir. 

Kutsal kitabım olan "Ölmeden Önce Yapmanız Gereken 501 Yolculuk" kitabı Romantik Yol'u şöyle özetlemiş:

"Büyüleyici bir güzelliğe sahip durgun sular boyunca devam eden yol, Almanya'nın adı en az duyulmuş ama en muhteşem sarayları, kaleleri, eski kasabaları ve arazilerinde yol alır. Masalsı şatolara dek Leh nehrinin akıntısını takip eder. Sonunda sivri tepelerden oluşan görüntüler altında Alpleri geçerek Avusturya'nın Insbruck şehrine ulaşır. Sisli, ince bir romantizme sahip görsel bir şiiri andıran rota, Alman ruhundan izler taşır."

Gönül isterdi ki ben de tüm rotayı romantik yolun ruhuna uygun olarak şiirsel bir dille anlatayım ancak dilim elvermez, zaten gördüklerimiz anlatılmaz yaşanır cinsten manzaralar olduğu için şimdilik yukarıdaki paragrafla idare ediverin. 

                                Almanya kanatlarımın altında

                               Gezimizin ilk durağı Heidelberg

                               Romantik yol'un en popüleri: Rothenburg ob der Tauber

                               Yolculuk, Alp köylerine kadar uzanıyor

Daha önce Fas'a gidelim derken (bir arkadaşın fotoğraflarını görüp çok beğendiğimiz için) Sri Lanka'ya, Küba'ya gidelim derken (Hollanda'dan transit vize alamadığımız için) Güney Afrika'ya, Kenya'da safari yapalım derken (okyanusta yüzelim diye) Zanzibar adasına,  Gobi Çölü'ne gidelim derken (zamanı ayarlayamayıp) Sicilya'ya gitmişliğimiz vardır. Bu kez de İzlanda'ya gidelim derken çocukla yorucu olur diye düşünüp rotayı Almanya'ya çevirdik. Aylardan temmuz olduğu için aynı yarım kürede ancak çok da sıcak olmayan, rahatlıkla gezeceğimiz bir destinasyon arayışımız bizi Bavyera'ya, Romatik Yol'a yönlendirdi. Dört kişilik bir arkadaş grubu + bir Ali bebekle 2,5 saat uçak yolculuğunun ardından Frankfurt'a ulaştık.

              Ali, enerji toplamak için olsa gerek, tüm uçak yolculuğunu kucağımda uyuyarak geçirdi.

Frankfurt'ta - gezme kısmını es geçip - havaalanından kiraladığımız arabayla yola koyuluyoruz. Romantik Yol aslında Frankfurt'a 1,5 saatlik mesafedeki Würzburg'dan başlıyor, ancak biz Würzburg yerine, gezimize hemen hemen aynı mesafedeki sevimli Alman kasabası Heidelberg'den başlıyoruz.  



Heidelberg, dağın eteklerinde konumlanmış, ortasından nehir geçen güzel mi güzel bir kasaba, hatta bazılarımıza göre gezinin en güzeli :)) Gün batarken ve ışığın en güzel zamanında tarihi köprüye varıyoruz. 




Yemeği merkezde yedikten sonra, güneşi köprünün yamacında batırıyoruz. Ali pusetinde uyuyakalıyor. Kimiz kahve, kimimiz bira peşindeyken bir grup genç oturduğumuz banklara koşar adım yaklaşıyor. Ali'nin uyduğunu görünce "şşşt" diyor içlerinden biri, "sessiz olalım, bebek uyuyor" ve bir anda kahkahalar susuyor, usulca geçiyorlar yanımızdan. Görgü başka bir şey hakikaten. Türkiye'de evimin önünde, sabahın altısında korna çalanlara selam olsun.

Almanya'nın birçok yerinde göreceğimiz gibi burada da dükkanlar saat 6 civarı kapanıyor. Dükkan gezme işini ertesi sabaha bırakıp otelimize dönüyoruz. Heidelberg'de Hotel Weisser Bock'da kaldık. Rota üzerindeki oteller biraz pahalı ama fiyat kalite dengesi açısından bu oteli tavsiye ederim.

Almanya oyuncak dükkanları anlamında almış başını gitmiş. Öyle güzel oyuncaklar var ki içeri girer girmez sihirli bir dünyaya dalmış gibi oluyorsunuz, etrafınızda yıldızlar uçuşuyor adeta, ha le luya :)) Özellikle tahta oyuncaklar çok sevimli ama maalesef fiyatlar "Euro" olduğu için sadece bakmakla yetiniyoruz. 

Ali ve ben, ciğerci kedisi misali vitrinlere bakarken...

Romantik Yol: Wüzburg'dan başlayıp Füssen'e uzanıyor


Gezinin ikinci gününde Rothenburg ob der Tauber'e gitmek üzere yola koyuluyoruz. 

Romantik Yol üzerinde onlarca kasaba var, hepsi az çok birbirine benziyor. Kasabalar, popüler duraklar olup olmamalarına göre kalabalık veya değiller. Gelip giden turist sayısına bağlı olarak da Otel, restoran ve kafe sayısı artıyor.  Rota üzerinde birkaç kasaba öne çıkıyor: (Romantik Yol üzerinde değil ama mutlaka gidilesi) HeidelbergBad Mergenheim,  Rothenburg o. d. Tauber (rotanın en güçlü halkası), Dinkelsbühl (biz uğrayamadık ama en eski kasabalardan biriymiş), Nördlingen (öğle yemeği arası verdik), Ausburg (diğerlerine göre daha gelişmiş bir kasabaymış, biraz sevimsizmiş, biz zaman ayarlayıp duramadık), Landsberg (çok güzel gözüküyordu, sadece bir göz atma fırsatımız oldu), Schwangau (şatoların olduğu bölge) ve Füssen (alplerin eteklerinde, mutlaka gidilesi). 

Bad Mergeinheim ve Nördlingen öğle yemeği yemek ve dinlenmek için ideal duraklar



Kasabalar küçük olmasına rağmen neredeyse hepsinde büyükçe bir park var. Eğer Nördlingen'deki parka uğrarsanız dev kavaklar arasındaki patikada masalsı bir yolculuğa çıkabilir, parkı boylu boyunca kesen tren yolunu görebilirsiniz. Rothenburg'daki park ise yol boyunca unutamayacağınız bir manzara vadediyor.

Tatil planı yapmak bir hafta, Frankfurt'a uçmak 2,5 saat, Bavyera düzlüklerinde direksiyon sallamak üç gün, dik çatılı evlerin eşliğinde kitap okumak paha biçilemez.

Söz konusu romantizm olunca Rothenburg ob der Tauber ve Füssen'e mutlaka ayrı birer paragraf açmak gerek. Rothenburg hem şehir merkezinin, kafe ve restoranların, hem de kaldığımız otelin güzelliği nedeniyle bizden tam not aldı. Genellikle popüler yerlerde aradığını bulamaz insan ama Rothenburg ob der Tauber ününün hakkını fazlasıyla veriyor. 

Otelimiz Hotel Eisenhut ve arnavut kaldırımlı dar sokaklarıyla Rothenburg ob der Tauber



Rothenburg'da diğer kasabalardan farklı olarak yıllardan beri süregelen bir adet var: akşam hava kararmaya başlayınca, elinde feneri, siyah şapka ve peleriniyle bir amca meydanda beliriyor. Tıpkı fareli köyün kavalcısı gibi insanlar bu amcanın peşine takılıp şehri adım adım gezerken bizim amca da şehrin hikayesini kah komik kah korkutucu bir dille anlatıyor. Şehir turuna katılmayı çok isterdik ama gel gör ki Ali'nin kulak ağrısı tutunca dinleyici kalabalığın arasından kucağımızda avazı çıktığı kadar bağıran bir bebekle ayrılmak düşüyor bize. 

Şehrin hikayesini anlatan amca (temsili)

Gezimizin üçüncü gününde Rothenburg'dan ayrılıp Füssen'e gitmek üzere yaklaşık dört saatlik yola koyuluyoruz. Landsberg'e kadar romantik yol tabelalarını takip ederek ilerliyoruz fakat sonrasında çıkış yolunu bulamıyoruz bir türlü. En nihayetinde vazgeçip sonradan adının Alp yolu olduğunu öğrendiğimiz bir yola sapıyoruz ve asıl romantik yol ondan sonra başlıyor. 

Alp yolu boyunda çekilmiş film karesinden fırlamış gibi fotoğraflar...




Ve fotoğraf çekimleri tüm hızla sürerken bebesini emzirmeye çalışan ananın dramı...

Akşam hava kararmaya yakın karnımız zil çalmaya başlıyor, Ali'nin mızmızlanması da cabası. Yol üstü lokantalarının birinde duraklıyoruz. Mutfak kapanmış ama sağolsun bize bolca salamlı bir tabak hazırlıyorlar. Bira eşliğinde salamları mideye indirirken etrafta dolaşan ineklerin çanlarını duyuyoruz, Alplere hoşgeldiniz...

Füssen yakınlarında bir Alp köyü; gördükleriniz göreceklerinizin teminatıdır der gibi...

Ancak gece yarısına doğru Füssen'de konaklayacağımız otele ulaşabiliyoruz. Otelimiz merkezin dışında Nesselwang bölgesinde bir kayak oteli aslında. Dağın eteklerinde olduğumuz için hava iyiden iyiye soğuyor. Alp kokusunu hissediyoruz, yine de içinde bulunduğumuz doğal güzelliğin henüz farkında değiliz. Otelin pamuk gibi kabarık bembeyaz yorganlarına sarılıp uyuyoruz. 

Ertesi sabah Ali erkenden uyanıyor, kucağımda onu pışpışlarken gün ağarmaya başlıyor ve muhteşem bir dağ manzarası karşılıyor beni. Belki de tüm yolculuğun en keyif aldığım anı...



 Beni tasfiye ve tavsiye arasındaki karışıklıkta,
 Müsait bir yerde bırak sevgilim,
 Hem otuzumu geçtim azıcık,
 Gerisini ben yürürüm artık  (şiir: Didem Mamak, fotoğraf: Gözde Zengin, Özgürlüğe koşan kız: Vildan Orancı, Alpler, Temmuz 2016)


Sabah sporumuzu Alplerin eteklerinde yaptıktan sonra yol kenarındaki gölde mola veriyoruz. Bir sonraki rota şatolarıyla ünlü Schwangau bölgesi.


Bölgede iki şato bulunuyor. İkisini de gezmek bir tam gün süreceği için tercihimizi Disney'e ilham veren Neuschwanstein Şatosu'ndan yana kullanıyoruz. Şatonun içini gezmek için önceden randevu almak gerekiyormuş. Biz de dış çeperleriyle yetinmek durumunda kalıyoruz. Zaten şatonun uzaktan görünüşü yakından görünüşüne oranla çok daha etkileyici.



Füssen'de yediğimiz akşam yemeği ertesinde fazla geçe kalmadan yola koyuluyoruz. İstikamet Avusturya, Salzburg...

Son günü Salzburg'da geçiriyoruz. Salzburg'da olmak çok keyifli bir maçın uzatmalarını oynamaya benziyor. Maç hala devam ediyor belki ama en güzel anlarını geride bıraktığımızı biliyoruz artık. Belki de bu anlamda Salzburg'a gitmek mantıklı bir seçim olmadı. O, başka bir yolun hikayesi olabilirdi. Oysa şimdi Salzburg keyifli kahve sohbetlerimize eşlik edebiliyor ancak.  

Güzel kahvenin peşinde...

Oturduğumuz kafenin sahibi bize soruyor "Dağlara gidecek misiniz?" suratımızda kocaman bir gülümsemeyle yanıtlıyoruz "Hayır, zaten dağdan geliyoruz".

Ne kadar yorucu olsalar da yol hikayelerini çok seviyorum. Ne kadar belli bir rotayı takip etsek de her seferinde bizi baştan çıkaracak ara yollarda buluyoruz kendimizi, yeni maceralar bekliyor köşe başlarında. Bu sefer yatmalı tatil yapalım desek de olmuyor, olamıyor. Dağlarda, göllerde, taş sokaklı eski kasabalarda bizi çeken bir şeyler hep var, iyi ki de var...

Yazıyı kutsal kitabımdan bir alıntı ile bitirmek istiyorum:

"Birbiri ardı sıra sakin, hayat dolu ve sert bölgelerden geçen Romantik Yol, bir yolculukta aradığınız her şeye sahiptir" Daha ne olsun!


Ne zaman gidilir? Eminim kışın da güzeldir ama en güzel zamanın Mayıs-Ekim arası olduğu söyleniyor

Gitmeden önce yapılması gerekenler: Çelik gibi sinirlerle Shengen vizesi almak :((

Ne alınır? Tahta oyuncak ve belki yöresel kıyafetler

Yeme-içme: Galon galon bira ve kahve içtik, sosis, salam yedik, hepsi çok lezizdi.

Bütçe: Uçak bileti, otel, araba kiralama ve yeme-içme gibi masraflar dahil 2000 TL civarı bir harcama yaptık.













26 Kasım 2015 Perşembe

Binbir Gece Masallarına Yolculuk: Marakeş, Fas


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken... Çok uzak gibi görünen ama aslında o kadar da uzak olmayan bir diyarda tıpkı bize benzer insanlar yaşarmış. Bu diyara ulaşmak kuş uçuşu dört saat, yaşanan maceraları anlatmak ise bir ömür sürermiş. 


Günlerden bir gün, iki gezgin kadın Arap ve Berberilerin yaşadığı, uçsuz bucaksız çölü, emsalsiz baharatları ve pazarları ile ünlü bu diyarı keşfetmek için yola çıkmış. Güz mevsiminin kendini iyiden iyiye hissettirdiği bir vakitte çıktıkları yolculuğun ilk durağı sinema filmi ile ünlü Kasablanka'ymış.  Öğelden hemen önce okyanus kıyısındaki bu ünlü kente varmışlar varmasına ama Kasablanka'da hiç vakit geçirmeden "tekrar çal Sam" diyerek ilk gelen trenle Marakeş'e doğru yollarına devam etmişler. 

Tren onları dolambaçlı yollardan, Atlas dağlarını, yüksek binalı şehirleri, damsız evli köyleri ve uzun nehirleri geride bırakarak masallar diyarı, kırmızı şehir Marakeş'e ulaştırmış. Marakeş'e vardıklarında artık gece vaktiymiş ve dolunay gecenin karanlığında usul usul parlamaktaymış. Dolunayın ışığının tek rakibi Marakeş'in eski şehrinin kalbinde, Jamaa El Fna meydanından yayılan ışıkmış. Meşhur meydanda kimler yokmuş ki; yılan oynatıcıları, ağzından ateş çıkaran cambazlar, maymun gezdiren çığırtkanlar, binbir renkli ürünleri ile satıcılar, baharat kokulu sokak yemekleri ile kebapçılar ve daha neler neler...

Unesco Dünya Mirası listesine giren Meydan; Jamaa El Fina

Gezginler şehre ayak basar basmaz büyülenmişler lakin o kadar yorgun düşmüşler ki meydanın keşmekeşinden bir an önce uzaklaşıp Marakeş'in dolambaçlı sokakları arasından gezi boyunca konaklayacakları Riad Magi'ye ulaşıp kendilerini derin bir uykunun kollarına bırakmışlar.  

Ertesi sabah uyandıklarında bir de ne görsünler; meğerse kaldıkları Riad* tıpkı bir cennet bahçesiymiş. Kahvaltılarını kah avluda, portakal ağacının gölgesinde, kah terasta kuşların seslerini dinleyerek yapmışlar. Kocaman kapılı odalarında atlas yorganlara sarılıp uyumuş, hem yediklerinden hem de tanıştıkları insanların dostluğundan oldukça memnun kalmışlar. 

Riad Magi'nin avlusu ve devasa portakal ağacımız...

Riad'daki tüm odalar avluya açılıyor

Marakeş'te geçirdikleri üç günün ikisinde sokakları keşfetmiş ve pazarı dolaşmışlar. Yine de ne sokakların ne de pazarın tadına doymuşlar. Her sabah seher vakti başlayan macera hava kararana kadar sürmüş. Gezginler, sokaklarda bolca kaybolmuş, adına "Abbara" denilen geçitlerden ve küçücük kapılardan geçerek turuncunun, pembenin, yeşilin ve mavinin izini sürmüşler. 


İlk günün sabahında yolları sokakta oynayan çocuklar ile kesişmiş. Onların rehberliğinde turist kafilesinden uzaklaşarak ve nereye gittiklerini katiyen bilmeyerek ara sokaklardan bir tabakhaneye ulaşmışlar. Tabakhaneye yaklaştıklarında burunlarına bir demet nane tutarak, bu kez en tepeden izlemişler şehrin suretini. Tabakhane; biri Berberilere, diğeri Araplara ait iki kısımdan oluşmaktaymış. Dumanı tüten derilerin tabaklanmasını izledikten ve ilk alışveriş deneyimlerini yaşadıktan sonra yollarına devam etmişler. 


Tabakhanelere giriş yasak, en yakın mesafe ancak bu kadar :)

Tabakhaneden biraz ilerleyince yolları bir kilimcinin dükkanına düşmüş. Bu kez de kaktüs ipeğinden yapılma renk renk kilimlerin büyüsüne kapılmışlar. Kilimci diğer tüm satıcılar gibi onları gülümseyerek karşılamış ve birer bardak büyülü iksir olan olan Viski Berberi** ikram etmiş. Bu büyülü iksir nanenin kaynatılması, bal ve safran ile karıştırılmasıyla yapılan eski bir iksirmiş ve gelen müşterilerin dükkana çakılıp kalmasını sağlarmış. Öyle ki Viski Berberi'den bir yudum alan amansız bir pazarlığın içinde düşer, daha ne olduğunu anlamadan elinde poşetlerle ve hiç aklında olmayan şeyleri satın almış çıkarken bulurmuş kendini. 


Bu diyarda tüm ürünler fiyatlardan azadeymiş. Fiyat satıcının ve alıcının halet-i ruhiyesine, alıcının nereden gelip nereye gittiğine, satıcının nasıl konuştuğuna ve gülümsediğine göre değişir, Viski Berberi'lerin biri gidip biri gelirken pazarlık en çetin şartlarda her iki taraf da mutlu bir şekilde ayrılana kadar sürermiş. Öyle ki, satıcı her defasında alıcıya "mutlu musun?" diye sorar ve eğer alıcı "mutlu değilim" derse pazarlık kaldığı yerden devam edermiş. 

Pazarda neler yokmuş ki; baharatlar, yünler, babuçlar, el dokuması kilimler, cüzdan ve çantalar, camdan şişeler, ince kenarlı gümüş işlemeli bardaklar, lambalar, kokular, tütsüler ve daha neler neler... Pazar tezgahları tüm albenisi ile sıralanırken kahve kokusu yeni tabaklanmış deri kokusuna karışır, bir çığırtkanın sesi yankılanırmış yan sokaktan.

Gel zaman git zaman gezginlerin pazar macerası devam ededursun akşama doğru karınları acıkmış ve çok methedilen restoran Pepe Nero'yu aramaya koyulmuşlar. Neyseki gezginlerin yaşadığı dönemde teknoloji çok gelişmişmiş de yollarını google haritası marifetiyle kolaylıkca bulmuşlar. Tıpkı kaldıkları Riad gibi restoran da bir cennet bahçesiymiş. Restoranın ağır demir kapısı meydanın karmaşasından bir vahaya açılıyormuş adeta. Avlusunun ortasında havuzu ve ağaçların altındaki masaları ile özenli mi özenli bir restoranmış burası. Yemekleri çok lezzetli, çalışanları çok güleryüzlüymüş. Gezginler kendilerini arka odadan gelen ud sesine bırakarak, huzur içinde yemişler yemeklerini. Hatta sadece yemek yemekle kalmamışlar güleryüzlü, hoş sohbet garsonla arkadaşlık etmişler, şehrin güzelliğinden ve geldikleri ülkeden konuşmuşlar. Gezginler fark etmişler ki bu diyarda yaşayan insanlar gezginlerin geldiği ülkede yaşananlardan pek de haberdar değilmiş. Bilakis geldikleri ülkenin zalim hükümdarı bu diyarda bir kahraman, bir kurtarıcı olarak anılmaktaymış. Dilleri döndüğünce yaşadıkları zorlukları ve hükümdarın zalimliklerini anlatmaya çalışmış, zorbalıktan, ülkeyi ele geçiren haramilerden dert yanmışlar. Sohbet gecenin karanlığıyla beraber koyulaşmış ve en nihayetinde herkes mutlu ayrılmış. 

Bir pizzacı izlenimi veren ama son derece şık bir İtalyan restoranı olan Pepe Nero...

Günün ağarmasıyla birlikte gezginler bu kez dağ yollarına vurmuş kendini. Develerle değil belki ama güzel bir transit araçla Atlas dağlarına gitmişler. Az gitmişler, uz gitmişler dere tepe düz gitmişler, yol üzerinde bir Berberi köyüne varmışlar. 

Atlas dağlarının yamaçları Berberilerin temel yaşam alanlarını oluşturuyor...

Berberi köyünü ziyaret ettikten sonra bu kez argan yağının hikayesinin peşine düşmüşler. Argan bitkisi sadece Fas'ta yetişen şekli şemali bademe benzeyen bir bitkiymiş. Bu bitki toplanır, değirmenden geçirilir, yağı çıkarılır ve bitkinin geri kalan posası da kozmetik ürünlerinin yapımında kullanılırmış.  


Yolculuk bu kez onları Atlas dağlarının içinde akıp giden bir şelale kenarına düşürmüş. Teke gibi dağ taş tırmandıktan sonra su kenarında mola vermişler. O gün günlerden kuskus günüymüş ve bu fırsatı kaçırmamışlar. Bir tabak kuskusa 70 dinar vermemek için münakaşa etmişlerse de gün en nihayetinde güzel geçmiş ve mutlu mesut Riad'larına geri dönmüşler. 


Marakeş'in en gizli güzelliklerinden biri de dillere destan bahçeleriymiş. Gezginler, vakit darlığından dolayı her bahçeyi gezemeseler de en ünlü bahçelerden biri olan Majorelle bahçelerini keşif fırsatı bulmuşlar. 


Rivayet o ki, bu mistik bahçe bir zamanlar Fransız ressam Jacques Majorelle tarafından tasar edilmiş. Bahçe, dev bambular, dünyanın dört bir yanından toplanan bitkiler ve binbir çeşit kaktüsle bezeliymiş. Neden sonra 1980'li yıllarda Yves Saint Laurent ve Pierre Berge'e satılan bahçenin çehresi değişmiş. Bahçe 2011 yılında vakfa dönüşmüş. 


O gün bugündür çivit mavisi diye anılan mavinin adı da Majorelle mavisi olmuş.


Gezginler çok gezmiş, az yorulmuş, yorulunca kuskus yemiş, tajin yemiş, nane çayı içip ferahlamış. Dere tepe tırmanmış, ayakları şişmiş yine de hiç şikayet etmemişler. Yeri gelmiş sohbet etmiş keyiflenmişler, yeri gelmiş portakal ağacının gölgesinde susup dinlenmişler. Beş günün sonunda geldikleri yöne doğru aynı trenle Kasablanka'ya varmışlar. Seyahatleri burada bitmiş belki ama bu Afrika diyarının tadı, baharat kokulu sokakları, mavinin binbir tonu rüyalarını süslemeye devam etmiş.

Gökten üç elma düşmüş, biri anlatıcının, biri hikayemizin kahramanlarının diğeri de siz okuyucuların başına...

* Riad: Eski konakların restore edilmesi ile oluşturulan, odaların tümünün tek bir avluya baktığı butik otellere verilen ad. Fiyatları değişkenlik gösterse de otellerden daha pahalı değil. Fas'ın dokusunu hissetmek adına mutlaka Riad'da kalın derim.

** Viski Berberi: Müslüman ağırlıklı bir topluluk olan Fas'ta içki ikramı yasak olduğu için Berberi viskisi olarak bir bardak nane çayı ikram ediliyor. Bence tadı en iyi viskilerden kat kat daha güzel :))

Marakeş'in renkli sokakları...

Gitmeden önce yapılması gerekenler: Fas ülkeye girişte vize istemiyor. Geçerli bir pasaportunuzun olması yeterli ancak pasaport kuyruğu ekseriyetle çok uzun oluyor ve yavaş işliyor. Bu sürede yaklaşık 1-2 saat bekleme süreniz olduğunu bilerek planlama yapın. Biz THY ile Kasablanka üzerinden Marakeş'e trenle gittik ve çok keyifli bir yolculuk oldu. Tren biletleri online olarak alınamıyor ama tren istasyonuna gittiğinizde alabilirsiniz. 


Bütçe: Biz indirimli uçak bileti alarak gittik. Seyahat giderleri, konaklama ve yeme içme dahil toplam 2000-2500 TL arası bir bütçe ile 5 gün geçirdik. Marakeş'te fiyatlar yaklaşık Türkiye ayarında.

Ne yenilir, ne içilir? Fas mutfağı bize çok benziyor. Gerek et ürünleri gerekse sebze anlamında birçok alternatif var. Genel olarak temiz bir ülke. Rahatlıkla sokak satıcılarından da alışveriş yapabilirsiniz. Nane çayını içmeden dönmeyiniz :)

Ne alınır? Pazarlarda çok fazla alternatif var. Biz özellikle renk renk babuçlara vurulduk. Deri ürünleri çok çeşitli ve kaliteli. Pazarlık yapmazsanız satıcılar çok bozuluyor. Pazarlık, alışveriş esnasında sohbet etmenin çok önemli bir parçası. Pazarlara akşamüstü çıkarsanız satıcılar yorulmuş oluyor ve ürünleri daha az pazarlık yaparak ve daha ucuza alabiliyorsunuz. 

Godot'u beklerken...